Tarihi Değiştiren Yıl: M.S.536

Size, antik çağ ile günümüz arasında en net çizgiyi çeken, uygarlığımızın günümüzde olduğu halini almasını sağlayan, 1500 senelik tarihimizi şekillendiren tek bir sene ve o senenin içinde tek bir büyük olay’dı deseydim, tepkiniz nasıl olurdu? Kavimler göçünden Avrupa’yı kasıp kavuran Veba salgınına, İngiltere’nin kurulmasından, Türklerin tarih sahnesine kalıcı olarak yerleşmesine, Aztek imparatorluğunun zemininin hazırlanmasından İslamiyet’in doğmasına kadar tarihimizi derinden etkileyen tüm bu olayların, kökü ortak tek bir nedene bağlanan sonuçlar olduğunu söylesem? Muhtemelen siz de benim gibi bu nedenin bilimsel neden sonuç ilişkisinden uzak, sosyo-kültürel, konjonktürel veya ilahi bir neden olduğunu varsayacaksınız. Ancak oldukça bilimsel, gerçekten sansasyonel ve anlatması da, sindirmesi de hem keyifli hem de zorlu olan bir hikaye paylaşacağım sizinle aşağıda. Kuvvetle muhtemel en uzun yazım bu olacak ancak sizi temin ederim, konunun bilimselliğini, bu senenin önemini ortaya çıkartan 80’in üzerinde multidisipliner akademisyenin adeta polisiye gerilim romanı tadında araştırma yöntemlerini, olayların neden-sonuç ilişkilerindeki örüntüleri hakkıyla aktarabilmek gerçekten hiç kolay değil. Bu nedenle kahvenizi, aşağıdaki nefes kesici bilim öyküsünün uzunluğu ile orantılı bir bardağa doldurmanızı tavsiye ederek müsaadenizle başlıyorum.

Her şey 1980’lerde Dendrochronolojist – ağaç halkaları bilimcisi – Prof. Mike Baillie’nin, ağaç halkalarının kronolojik iklimlendirmede kullanılmasını amaçlayan 40 senelik çalışması ile başlıyor. Bildiğiniz gibi, ağaçlar her sene – gövdeleri kesildiğinde görülebilecek – bir halka kadar genişler. Bu genişlemenin miktarı, söz konusu senenin iklimi ile alakalı bize sapmaz bir ipucu verir. Diyelim ki bir halka diğer halkalardan daha geniş, bu durum o halkanın oluştuğu sene iklimin bol yağışlı, ılıman ve verimli geçtiğini, tersine dar olan bir halka ise o senenin kurak, soğuk veya başka bir sebeple verimsiz geçtiğini gösterir. Bu şekilde çok sayıda ağaç gövdesi incelenerek günümüzden geçmişe doğru her senenin iklimine dair kronolojik bir haritalandırma yapılabilir. Mike Baillie’nin yaptığı da tam olarak bu: Tam 40 sene süren zahmetli bir çalışma sonucunda son 7500 senenin tamamının binlerce ağaç gövdesinden alınan örnekler ile kusursuz bir kronolojisini çıkartıyor. Bu çalışmanın sonucunda ise şaşırtıcı bir bulguya rastlıyor. Tüm seneler içerisinde ağaç halkalarının neredeyse hiç gelişmediği, ilgili yılları kapsayan tüm örneklerde şaşmayan bir aralık var: MS.536 senesi ve takip eden 3-4 senelik periyot.
Mike bu keşfinin akabinde doğal olarak elindeki verileri multidisipliner olarak genişletme, bir sonuca varmak için bulgusunu deneylerle destekleme ihtiyacını duyuyor ve bu hikayenin asıl kahramanı olan Arkeolojist David Keys ile temasa geçiyor. Keys ilk iş, ilgili yıllarda ağaçların gelişmesini engelleyecek derecede kötü bir iklime işaret eden yazılı kaynak taraması yapıyor. Yaptığı taramalarda, dönemin en parlak medeniyeti olan Doğu Roma İmparatorluğundan rahip Ephesuslu John’un tuttuğu kayıtlarda, şu satırlara rastlıyor:
“Güneş karardı, 18 aydır günde sadece 4 saat, o da alacakaranlık şeklinde etraf ağarır gibi oluyor, akabinde yine karanlığa hapsoluyoruz. Konstantiniyedeki herkes güneşi bir daha göremeyeceğimizi düşünmeye başladı. Dünyanın sonu geliyor…”.
Antik dönemde iklimsel olayların kayda geçirilmesi pek de olağan bir durum değil, Keys bu durumun olağanüstü bir iklim krizine işaret ettiğini düşünüyor ve diğer coğrafyalarda da benzeri dönemde tutulmuş kayıtlar olup olmadığına bakıyor. Araştırdığı toplam 30 medeniyetten 12’sinde doğrudan MS. 536 yılı ve takibindeki dönem için tutulmuş kayıtlara rastlıyor. İtalya’da tarihçi Cossiodorus, Kuzey ve Güney Çin kayıtları, Japonya’daki kayıtlar ve daha nicelerinin güneşin karardığı, ekinlerin büyümediği, kuraklık ve kıtlığın hüküm sürdüğü yılları kayda geçtiklerini görüyor.
Dünyanın her köşesinden bu kadar arşiv taraması akabinde MS. 536 yılında küresel ölçekte bir kriz olduğunu ve bu krizin bir şekilde atmosferi kül veya gaz ile kaplayarak kuraklığa, kıtlığa ve sıcaklık düşüşlerine ve sonrasında sellere sebep olduğunu keşfediyorlar. Burada devreye Opphenheimer filminden aşina olduğumuz Los Alamos tesisindeki Kozmolojist’ler ve Prof. Harnolder Sigurdsson gibi Volkanolojistler giriyor. Çünkü bu ölçekte bir etki yaratabilecek 3 ihtimal var:


Asteroit Çarpması
Kuyrukluyıldız Çarpması
Süper Volkan Patlaması


Bu üç ihtimali değerlendirmek üzere araştırmalar başlıyor.
Gök cisimlerinin bu ölçekte etki yaratabilecek bir çarpma yaratabilmesi için Asteroitlerin 4 Km, daha az yoğun olan Kuyrukluyıldızların ise yaklaşık 6 Km çapında olmaları gerekiyor. Volkan’ın ise günümüzde veya yakın tarihte hiç görmediğimiz, ancak milyonlarca yıl öncesinden kalıntılarını bulabildiğimiz – Yellowstone kalderası gibi – şekilde süper volkan sınıfında, milyarlarca atom bombası gücünde olması. Asteroit ve Kuyruklu Yıldız seçeneklerinde iki problem var: Eğer karaya düştülerse, bu büyüklükte bir çarpmanın bırakacağı krateri bulabiliyor olmamız gerekiyor, ancak böyle bir krater yok. Yok denize düştüyse – ki çok daha olası – o zaman da bu çarpmanın yaratacağı tsunami dalgalarının, herhangi bir kıyıdaki kayaçlar üzerinde etkisini görebilmemiz gerekiyor, ki böyle bir bulgu da yok. Ancak bu ikincil kanıtlar yine de bu ilk iki seçeneği eleyemediğinden, iki grup araştırma ekibi kurularak bu ekipler biri kuzey, diğeri güney kutbuna, buzullardan sondaj ile örnek alınması ve incelenmesi için görevlendiriliyor.
Kutuplardaki buzlar, her senenin atmosferik olaylarını ağaç kabuklarından da iyi biçimde analiz etmemize olanak tanır. O sene kutuplara yağan kar, atmosferde o senenin iklimine ve koşullarına bağlı olarak çeşitli mineral ve elementleri içerisinde barındırır. Bir sene sonra yağan yeni kar, eski karı altında sıkıştırarak buz oluşmasını sağlar ve bu şekilde katman katman, incelemek istediğiniz her yılın verisini dikkatli bir analiz ile okuyabileceğiniz bir buz arşivi oluşur. Burada da hedef şu: Alınan örneklerdeki incelemede, buzun içerisinde İridyum elementi varsa, bu göktaşı veya kuyrukluyıldız çarpmasının kesin kanıtı, eğer sülfirik asit varsa, bu volkan patlamasının kesin kanıtıdır. İki kutuptan da alınan örnekler analiz edildiğinde, MS.536 yılında sadece bir volkan patlamasına değil, bir süper volkan patlamasına işaret edecek derecede çok miktarda sülfirik asit bulunuyor. İki kutupta da aynı sonucun bulunması, kuzey ve güney yarımkürede farklı yönlerde esen rüzgarlardan dolayı, küllerini iki kutba da yayabilecek bu patlamanın yerinin sadece ekvator çizgisi olabileceğini gösteriyor. Aksi halde kutuplardan birinde sülrifik asit bulunur, diğerinde bu bulgu ya çok az olur ya da hiç olmazdı. Şüpheli bulundu: Süper Volkan.
Keys ve ekibi yeniden arşivlere gömülerek Volkanın yerini tespit etme işine girişiyorlar. Çin’de yer alan kaynaklarda aynı sene güney batı tarafından, çok uzaklardan büyük bir ses geldiği – gök gürültüsü gibi – ipucuna istinaden Akustik bilimciler ve Volkanolojistler, 3000 Km mesafeden bir Süper Volkan patlamasının – kaynağında yaklaşık 400 desibel – gök gürültüsü gibi duyulabileceğini tespit ediyorlar. Bu bilgi alanı iyice daraltarak, Sumatra adasında ateş çemberi olarak bilinen ve dünyanın en aktif volkan kuşağını oluşturan adaları işaret ediyor. Burada jeologların çalışmaları neticesinde elde edilen bulgular Java adasında yer alan Krakatua Volkanının, M.S. 536 yılında korkunç bir patlama ile medeniyetin gidişatını değiştirdiğini ortaya çıkartıyor. Yine arşivlere dönelim ve bu kez Java’lı kraliyet arşivcisi Prince Puja’nın orijinal dilde okuduğu yazılı kayıtlardan felaketi okuyalım:
“Dünyanın şiddetli sarsıntısıyla yanıtlanan güçlü bir gök gürültüsü. Zifiri karanlık gök gürültüsü ve şimşek ve ardından şiddetli bir fırtına ve sert bir yağmur geldi. Tüm dünyayı karartan ölümcül bir fırtına. Kısa sürede büyük bir sel geldi. Su çekildiğinde Java adasının ikiye bölündüğü görülebiliyordu. Böylece Sumatra adası yaratıldı.”
İşte böyle, 1500 yıl öncesine uzanan bir dedektiflik oyunu ile, 80’in üzerinde akademisyenin 6 sene süren çalışmaları neticesinde tarihi gerçek bulunmuş oldu. MS. 536 Yılında Java adasındaki Krakatua Volkanı 200 milyar Hiroşima gücünde, tarihte eşine hiç rastlanmamış bir güçte patlayarak 30 mil yüksekliğinde bir lav, kül ve toz şelalesini atmosfere kusuyor, atmosfere yayılan bu korlar kilometrelerce ötedeki ormanlara yağarak devasa orman yangınlarını tetikliyor, bu yangınlar ve volkandan yükselen kül, toz ve duman, yaklaşık 2 sene boyunca küresel ölçekte atmosferi kaplayarak güneş ışınlarının yeryüzüne erişmesini engelliyor, buharlaşma olmadığından yağışlar olmuyor, güneş ışığı ve sudan mahrum kalan ekinler büyümüyor, hava sıcaklıkları düşüyor, kıtlık, kuraklık, hastalık ve ölüm tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Şimdi gelin, yazının en başında belirttiğim tarihi dönüşlerin nasıl olup da ekvatorda patlayan bu süper volkan ile domino taşı etkisiyle şekillendiğini birlikte görelim:

Kara Ölüm:

Veba hastalığı, farelerden kan emerek hayatını sürdüren ve Afrika kıtasında bulunan bir tür pirenin midesinde oluşup gelişen bir bağırsak parazitinden kaynaklanır. Söz konusu parazit, bu gün de ara ara ortaya çıksa da, bu parazitin gelişip yayılabilmesi, hele hele salgın halini alabilmesi çok keskin bir koşula bağlıdır: Sıcaklıklar 25 santigrat derecenin altında olmalı. Bu sıcaklığın üzerinde bu parazit hayatını devam ettirememektedir. Bu nedenle günümüzde Veba bizim için büyük bir problem teşkil etmemektedir.
Krakatua patladığında, atmosferi kaplayan kül ve tozlar, tüm dünyada olduğu gibi Afrika kıtasında da sıcaklıkların düşmesine – özellikle 25 derecenin altına – neden oldu. Parazit için elverişli bu ortamda Veba bakterisini taşıyan pireler gelişti ve dönemin en büyük medeniyeti olan, aynı zamanda fil dişine oldukça düşkün olan Justinyen yönetimindeki Doğu Roma İmparatorluğu’na doğru, tarihteki ilk küresel salgını yaymak üzere yola çıktı. Kayıkların gövdelerinde, Afrikalı insanların giysilerinde, fildişlerinin sandıklarında gizlenerek M.S. 542 senesinde İskenderiye üzerinden İstanbul’a ulaşan pireler, insanları asla anlayamadıkları bir dehşetin içinde, günde 10 bin ölümün üzerinde bir salgın ile kırıp geçirdi. Dönemin Bizans arşivlerinde, ölü sayısı çeyrek milyonu geçtiğinde imparatorluğun artık saymayı bıraktığı yazıyor…

İstanbul’da bunlar yaşanırken, 3000 Km doğuda, belki de tarihin en ilginç dönüm noktalarından biri yaşanıyordu.

Kavimler Göçü:

Moğolistan ovalarında, hem önceki dönemde Hun Türklerine, hem de o anda Göktürk’lere boyun eğmeyen, Türk, Moğol ve o coğrafyadaki diğer etnik unsurlardan kozmopolit bir yapıya sahip, Avarlar adında bir grup yaşamaktaydı. Çin kayıtlarına göre yıkanmayan, elbiselerini yıkamayan, son derece yabani ve gaddar olan Avarlar, kimseye tabi olmayan, kültürlerini ve yaşamlarını at üzerine şekillendirmiş, o dönemde dünyanın en gelişmiş ordusuna ve binicilik yeteneklerine sahip ve hatta üzengiyi bulan topluluk olarak hem Çinlilere, hem de Türklere sayısız savaşlar boyunca hiç yenilmemiş bir gruptu.
Krakatua patlayıp, küllerini tüm dünyaya yayınca her coğrafyada olduğu gibi Moğolistan ovalarında da otlak araziler son derece azaldı, büyük bir kıtlık herkesi kırdı geçirdi. Ancak çok basit bir biyolojik fark Avarlar ile Türkler arasındaki dengeyi tamamen değiştirdi:
Atların dışkıları, içerisinde bolca saman sapı da bulabileceğiniz oldukça lifli yapıdadır. Bu atların sindiriminin verimli olmadığını gösterir. Atlar ihtiyaç duydukları kaloriyi alabilmek için sığırlara nazaran çok daha fazla ot yemek zorundadır. Sığırların dışkıları ise daha çamurumsu yapıdadır, iyi sindirilmiştir ve sindirim sistemleri atlarınkine nazaran çok daha verimlidir. Yukarıda bahsettiğim gibi Avarlar, atları sadece binek olarak değil, yaşlanıp koşamayacak durumda olanların etinden beslenerek, sütünden kımız yapıp içerek, ticarette at karşılığında başka mallar takas ederek, kültürlerinin merkezine konumlandırmışlardı. Türklerde ise atlar çok önemli bir yer tutmasına karşın, sığır da büyük önem teşkil ediyordu. Kıtlık Moğolistan düzlüklerini vurduğunda, atlar büyük ölçüde telef oldu, sığırlar ise hayatta kalmayı başardılar. İşte bu basit sindirim sistemi farkı, koşullar bu denli dramatik değişince M.S. 552 yılında Türklerin atlarından yoksun kalan Avarları korkunç bir yenilgiye uğratması ile sonuçlandı. Avarların büyük bölümü ya katledildi, ya esir düştü. Avar hükümdarı ise intihar etti. Geride kalan Avarlar, Türk boyunduruğu altına girmek istemediklerinden, göçe zorlandılar ve Hun’ların ardından ikinci dalga Kavimler göçü başladı.
Türklere yenilmiş olsalar da, Batı’ya olan yolculuklarında önlerine çıkan her medeniyetten hala çok daha iyi savaşçı olan Avarlar, Balkanlar’a gelene kadar iyice toparlanıp güçlendiler. Bugünkü Macaristan’a geldiklerinde bölgede zaten Veba nedeniyle zayıflamış olan Bizans İmparatorluğunu vergiye bağladılar. Bizanslılar Avarlara 50 yıllık haracın sonunda bugünün değerlemesiyle 7 Milyar Pound değerinde altın verdiler ve 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in son çiviyi çakacağı tabuta ayaklarını sokmuş oldular.
Avrupa ve Asya bu gelişmeler ile çalkalanırken, Güney Amerika’da da tarih keskin bir dönemece girmişti:

Teotihuacan‘ın yıkılışı ve Aztekler’in Doğuşu:

Güney Amerika’da o dönemde ortalama bir şehrin nüfusu 8 ile 15 bin arasında değişirken, Güneş ve Ay piramitleri ile tanınan, dönemin en büyük uygarlığı Teotihuacan’ın nüfusu 125 bindi. Yenilemez görülen Teotihuacan’ın ekonomisi tamamen tarıma dayalıydı. Ticaretlerini tarım ürünlerini takas ederek sürdüren Teotihuacan sakinlerinin, Krakatua patlayıp dünyayı küle ve kuraklığa boğmadan önce, 25 yaş altı nüfus ölüm oranı %40’lardayken, – o dönemde tüm dünya için kabul edilebilir bir oran – yoğun kuraklık, yetersiz beslenme ve hastalıklar nedeniyle M.S. 550 yıllarında bu oran %75’e kadar çıktı. Tarım arazilerinin en önemli kaynağı olan Kolombiya nehirlerinde kuraklık, M.S. 538’den itibaren su seviyesinde son 3 bin yılın en düşük seviyesini gösterdi. Halk bu şartlar altında ezilirken Teotihuacan elitleri, vergileri aynı şekilde talep etmeye devam ettiler ve bu durum 6. Yüzyıl sonunda müthiş bir isyan ve iç savaşa dönüşerek imparatorluğun sonunu getirdi – Ay ve güneş Piramitlerinin tepelerinde yer alan Ahşap sunak ve saraylar, bu iç isyanda yakıldı, tüm elitler katledilerek şehir meydanında bedenleri sergilendi ve bölge halkı, zaten kurak ve verimsizleşen Teotihuacan’ın lanetlendiğini düşünerek şehri boşalttı. – Teotihuacan’ların tarih sahnesinden silinmesi ile oluşan boşluğu 3 asır kadar kimi mücadeleler ile kimse dolduramasa da, nihayetinde 300 yıl sonra Aztekler bu koltuğu doldurdu, Coğrafi Keşifler ile İspanyollar tarafından yok edilene dek Güney Amerika’da hüküm sürdüler. Güneyde bunlar yaşanırken, Avrupa’nın Kuzeyine tekrar geri dönelim ve günümüz İngiltere’sinin temellerinin nasıl atıldığına bir bakalım:

İngiltere’nin Anglosakson’laşması:

Krakatua patladığında, Ada’yı Romalılar yaklaşık 100 sene önce kendi haline bırakmış, sadece ticari ilişkilerini sürdürmekteyken, Adanın Batı’sını Romalılar ile ticareti yoğun biçimde sürdüren Celtler ve Britonlar, Doğu’sunu ise bugünkü Almanya tarafından adayı işgal eden Anglosakson’lar tutmuş durumdaydı. Adada bu iki grup birbirleriyle hemen hemen hiç temas etmiyor, Anglosakson’lar kendi anavatanları ile, Celtler de Roma ile ticari ve diplomatik ilişkilerini sürdürüyorlardı.
MS. 547 yılında Veba, nihayet Avrupa’nın kuzeyinden ticaret yolu ile Celtlere sıçradı ve nüfusu çok büyük oranda kırarak Anglosaksonlara Ada’nın tamamını işgal etmek için mükemmel bir zemin hazırladı. Celt – Briton mitolojisinin en önemli kaynağı olan Kral Arthur, efsaneye göre M.S. 549-552 yılları arasında, kıtlık, açlık, hastalık ve güneşsizlik ile geçen yılların ardından hem krallığını hem de hayatını kaybediyor. MS.577 senesinde Dyrham Savaşı ile adanın politik kaderi çizilmiş oldu ve Yedi Krallık dönemi ve akabinde 10. Yüzyılda İngiliz Birleşmesi ile bugünkü İngiltere’nin temelleri atılmış oldu. Ancak Krakatua’nın belki de en önemli etkisi, çok daha güneyde, Arap yarımadasında tarihimizi şekillendirdi:

İslamiyet’in Doğuşu ve Yayılması:

M.S. 536 yılında Krakatua patladığında, Arap yarımadasının en önemli devleti Yemen’di. Yemen’i bölgenin mutlak hakim gücü yapan en önemli ve stratejik yapı ise bugün de kısmen ayakta olan, M.Ö. 1700’lü yıllarda yapılmış ve çoğu otoriteye göre antik çağın en büyük mühendislik başarısı olan Marib Barajı’ydı. Baraj gerisindeki kilometrelerce tarım arazisine sulama kanalları üzerinden su taşımış, Yemen’e yüzyıllar boyunca bolluk, Bereket ve refah sağlamıştı. Ancak Krakatua patladıktan sonra önce su kanalları kurudu, tarımda büyük problemler doğmaya başladı, derken 542 senesinde korkunç bir fırtına sonrası oluşan baskında baraj yıkıldı. Bu olay neticesinde sulama sistemi çöken Yemen’den yaklaşık 50 bin civarında insan Arap Yarımadasının yükselen yeni iki şehrine göç etti: Mekke ve Medine. Bu göç dalgası içinde İslam Peygamberi Muhammed’in de ailesi yer alıyordu ve tüm dünyayı saran kıtlık ortamında hayvancılık ile insanlara besin sağlayan aile, kısa zamanda Medine’nin hatırı sayılı ailelerinden biri haline geldi. 571’de dünyaya gelen Muhammed’in, güçlü ve insanları mutlu olan Yemen’de dünyaya gelmiş olsaydı belki de pek kimsenin kulak asmayacağı sözleri, tüm dünyadan kara haberlerin geldiği, 40-50 yıl önce güneşin dahi karardığı, açlıkların, salgınların ve çaresizliğin kol gezdiği bir ortamda, sözüne güvenilir bir ailenin ferdi olarak, tüm felsefi ve teolojik doktrinlerin çöktüğü bir dönemde yeni bir felsefe ve teoloji ile insanların karşısına çıkması, İslamiyet’in doğması ve yayılmasının en önemli katalizörü oldu.


Muhammed dünyaya gelmeden 35 sene önce Java’da patlayan süper volkan, kelebek etkisinin belki de en çarpıcı örneği ile bugün dünyada 2 milyar insanın takip ettiği İslam dininin temellerini attı…


İşte böyle, bulunan bu kaynaklar ile insanlık tarihinin en önemli yılı kabul edilen yıldır MS.536. Bir atın sindirim sisteminin bir sığırınkinden farklı olması, bir pirenin karnında bir bakterinin yetişebilecek ortamı bulması, bir grup insan Roma’lılar ile ticaret yaparken diğer grubun yapmaması, bir barajın taşkın sonucu yıkılması… Hepsi zamanın içerisinde dizilmiş ve yıkılmaları çokça ses getirmiş müthiş birer domino taşıydı. Yıkıldılar ve tarihimiz böyle şekillendi, günümüz böyle geçiyor, geleceğimiz de bu etkiler ile şekillenecek. Günümüzde İsrail-Filistin çatışmalarını düşünün, Çin- Tayvan gerilimini, Coğrafi Keşifleri düşünün, İngilterenin 1. Dünya savaşında Çanakkale’den zorlayıp almak istediği İstanbul’un Türk’lerin elinde olmasını. Krakatua M.S. 536’da patlamasaydı, sizce bunlar olur muydu?
Peki geleceğimiz ne olacak? Yellowstone kalderasında beklenen supervolkan, MS.2536 senesinde patlarsa, o insanların öngöremediği ne gibi sonuçları olacak? Peki bir volkan patlayarak tüm tarihimizi bu denli değiştirebiliyorken, Bizans İmparatoru Justinyen’in, Yemen Kralının, Teotihuacan İmparatoru’nun, Avarların reisinin, Göktürk Hanının ihtişamından ne derece söz edebiliriz? Gerçekten zafere giden yol sığırın ot sindirebilmesinden geçiyorken, Avar reisine kötü hükümdar diyebilir miyiz? İslamiyet gibi ihtiyaç anında ortaya çıkmamış olan ve bu nedenle varlığından bile haberdar olmadığımız teolojiler ve felsefeler hiç olmamıştır diyebilir miyiz? Bir şeyi büyülten veya küçülten şey, gerçekte konjonktür değil midir? Ve konjonktür’ü belirlemekte insan olarak düşündüğümüzden çok daha aciz değil miyiz?
Bana soracak olursanız, bütün bu düşüncelerden daha etkileyici olan ise, bu müthiş bilimsel çalışmanın, Ağaçların Halkalarını sayan ve bunu arşivleyen bir bilim insanının, bir kaç telefon, bir iki mektup, bir kaç makale ile meslektaşlarına ulaşması sonucunda, 6 senede 80 kişilik bir ekip ile oynanan bilimsel dedektiflik oyunu sonucunda ortaya çıkmış olmasının nefes kesen gerçekliğidir.


Sevgiyle kalın..

Yorum bırakın