Bu gün size, gökyüzünü anlamlandırmakta geldiğimiz noktayı olabildiğince bilimsel dilden kaçarak fizik ve kimyanın müthiş evlilik hikayesi ile anlatmak ve nihayetinde gündelik yaşantınıza bakış açınızda naçizane bir pencere açmak istiyorum.
Geçmişte bilimi gruplandırma ihtiyacımız vardı ve bunu oldukça zarifçe bir kronolojiye oturtarak gerçekleştirdik. Etrafımızdaki her şey nasıl başladı ve hangi kurallara göre hareket ediyorlar sorusunun temel cevabını veren ve evrenin oluşumunu anlatan kuralları açıklamaya çalışan bilime “Fizik” dedik. Fizik yasaları çerçevesinde oluşan atomlar, atom altı parçacıklar, onların meydana getirdiği moleküller ve maddenin temel yapısını incelediğimiz bilime “Kimya” dedik. Fizik ve kimyanın evlenmesi neticesinde, evrenimiz yaklaşık on milyar yaşındayken önemsiz bir köşesinde oluşan mavi bir gezegende başlayan organik hayatı ve nihayet canlılığı inceleyen bilime “Biyoloji” dedik. Biyolojik bir varlık olan insanın hikayesini geçmişten günümüze anlatan bilime “Tarih” dedik. Tarihin neden bu dinamikler üzerine kurulduğunu anlamayı amaçlayan bilime ise “Sosyoloji” dedik…
Günümüzde ise bu ihtiyaç yavaş yavaş yerini – kendi uzmanlıklarını korumaları kaydıyla – nihayetinde tek bir çatı altında buluşmaya bırakıyor. Artık pek çok akademik konuda fizik ile kimyanın ayrımını nerede yapacağımız belli değil. Biyoloji ile kimyanın ayrımı çok muğlak. Tarih ile biyolojinin, sosyoloji ile tarihin… Nihayet olmuş, olan ve olacak her şey fiziğin çizdiği sınırlar çerçevesinde cereyan ettiği için bu gün için biraz yüzeysel bir tabir de olsa her geçen gün şu cümleyi kurmaya biraz daha yaklaşıyoruz: Her şeyi fizikle – ve tabii ki matematikle – açıklayabiliriz! Evet yanlış okumadınız, günümüzde fizik o denli ilerledi ki, büyük patlamanın öncesinde ne olduğu ve atom altı parçacıkların neden bu şekilde davrandıkları gibi, gündelik deneyimlerimizde karşımıza çıkmayan merak konularımız haricindeki her konuyu nihayetinde fizik ile açıklamak mümkün hale geldi. (Özellikle nörolojide ilerlememiz gereken çok yol olduğu ve bilincin nasıl çalıştığını öğrenmek için zamana ihtiyacımız olduğu ve sosyolojik davranışların da fizik ile açıklanabilmesi için bu ön koşulu sağlamamız gerektiğinden, özellikle “mümkün” kelimesini kullandım.)
Peki bu nasıl oldu? Tüm bilim dalları nasıl oldu da birbiriyle evlenmeye başladı? Aslında ilginçtir, tüm bilimlerin sınırını çizen ve tabiri caizse oyunun kurallarını belirleyen fizik tarafından gelmedi bu evliliği meşrulaştıran beyan; “durun, bu nikah kıyılabilir!” diyen biyoloji cephesiydi. Tabii ki Charles Darwin ve gezegenimizde yazılmış en sansasyonel kitap olan Türlerin Kökeni kitabından bahsediyorum. Türlerin kökeni ve temelini dayandırdığı evrim, Darwin’in düşündüğünden çok daha büyük bir kavrayış modeli sundu bize. Önceleri evrimin “biz buraya nasıl geldik” sorusuna şimdiye dek verilmiş olan yaratıcı temelli cevaplara alternatif olan bir yaratılış hikayesi olduğunu düşündü herkes. Henüz dogmalardan sıyrılamamış dünyamızda tepkinin buradan gelmesi de çok normaldi aslında. Bu yaklaşık iki asır süren tepki, defalarca ve defalarca evrimin tek bir yanlışının bulunamaması ve ortaya atıldığı dönemde hiç öngörülemeyecek pek çok konuda doğru cevabı veren düşünme biçimini sunması sebebiyle yavaşça dinerdi elbet. Ama dinmedi, bu gün bile hala (üzgünüm ama yalnızca 3. Dünya ülkelerinde) resmi bilim kurumlarınca “tartışmaya açık” görülüyor. Ama ne oldu da bilim ve teknolojide başat toplumlar bu “tartışmaya açık” konusunu kapatıp evrim konseptini benimseyebildiler?
Y kuşağı ilk okulda eğitim aldıkları dönemden hatırlayacaklardır; fen bilgisi derslerinde bir an gelir ve öğretmenleri onları maddeyi anlamaya yarayan en temel kılavuz ile tanıştırır: Periyodik Tablo. Tüm elementlerin çekirdeklerindeki proton ve nötron sayıları ile yörüngelerindeki elektron sayılarına göre sıralandıkları, oldukça yararlı bir tablo. Birinci sırada atom numarası 1 olan hidrojen, sonra helyum, lityum, berilyum… liste uzar gider. O gün için size bu tabloyu gösteren öğretmeninize peki bu elementler nereden geliyor? sorusunu sorsaydınız tatmin edici bir cevap alamayacaktınız ne yazık ki. Herhalde topraktan çıkıyorlar diyebilirdi. Tüm dünyada cevabı bilinmeyen bu soru, 90’larda nihayet çözüldü: tüm elementler, gerekli sıcaklık ve basınç sağlandığında çekirdekleri birbirine kaynayarak tablodaki sıralamada gördüğünüz bir sonraki elemente dönüşürler! Evreka.
Tüm elementlerin kaynağı hidrojendir, hidrojen de Einstein’ın meşhur e=mc2’sinden – enerji, kütle ile ışık hızının karesinin çarpımına eşittir yani ikisi birbirine dönüşebilir – bildiğimiz üzere çok fazla enerjinin bir araya gelip yoğunlaşması ile oluşur. Kısaca büyük patlamadan sonra günümüze kadar kozmosta olup bitenlerin kısa ancak muhteşem hikayesini anlatmaya yarayan bu bilgi, enerjinin ve nihayet hidrojen atomunun evrim hikayesidir ve ancak Charles Darwin’in bize kattığı müthiş perspektif ile – vakti geldiğinde – kavranabilmiştir. Gelin bu hikayeye kısaca göz atalım.

Büyük patlama yaklaşık 13.8 milyar yıl önce oldu. Bir anda hem uzay ışık hızından da daha yüksek bir ritimde 3 boyutta şişerken, 4. Boyut olan zaman da başlamış oldu. Başlangıçta içinde sadece çok yoğun enerji bulunan evren, genişledikçe soğuyarak enerjilerin yoğunlaşmasına neden oldu ve ilk hidrojen bulutları meydana geldi. Bu bulutlar kütle çekiminin etkisi ile bir araya gelerek yoğunlaştılar ve birinci nesil, süper kütleli mavi yıldızları meydana getirdiler…
Hikayemize devam etmeden burada bir duraklamak mecburiyetindeyiz. Evrendeki her şeyi açıklayabiliyoruz demiştik yukarıda, elimizde bu açıklamaları yapmamızı sağlayan 4 temel kuvvet mevcut. Zayıf ve güçlü nükleer kuvvet –atom altı düzeyde görevler üstlenen iki kuvvet – elektromanyetik kuvvet ve yer çekimi kuvveti. Bir yıldızı incelemek istediğimizde de karşımıza aslında bu dört temel kuvvetten ikisinin destansı savaşı çıkar: Bir yıldız bir gezegene nazaran çok çok daha yüksek kütleli olduğu için, çekirdeğinden kabuğuna doğru kendisine uyguladığı yer çekimi kuvveti de kendi üzerine çökmesini sağlayacak kadar kuvvetlidir. Ancak aynı güçlü yer çekimi kuvveti, çekirdekte yukarıda bahsettiğimiz aşırı sıcaklık ve basıncın da oluşmasını sağlar ve yıldız çekirdeğindeki hidrojen atomları – normalde birbirlerine dokunmamak konusunda çok titiz olsalar da – birbirine kaynaşarak helyuma dönüşürler ve yan ürün olarak inanılmaz kuvvetli bir patlama ile birlikte yıldızın içeri çökmesine engel olan içeriden dışarıya itme basıncının jeneratörü olurlar. Ancak yıldızı oluşturan madde sınırlı olduğundan – sınırlı dediğime bakmayın, sayılar insanın başını döndürüyor, örneğin bizim güneşimiz her saniye 600 milyon ton hidrojen tüketir ve ömrü yaklaşık 10 milyar yıldır (güneşin büyüklüğü ile ilgili biraz beynimiz kaşındı sanırım burada) – bu destansı savaş bir yerde biter. Bu bitiş de nihayetinde periyodik tablomuzdaki demir elementine gelindiği noktadadır. Yani hidrojenler helyuma, helyumlar lityuma, …, karbona, oksijene ve nihayet demire gelindiğinde herhangi bir yıldızın çekirdeğinde demiri bir sonraki elemente dönüştürecek kadar kuvvetli bir basınç ve sıcaklık olmadığından bu noktada yıldız kendi kütle çekimine daha fazla karşı koyacak nükleer füzyon yakıtını bulamaz ve kendi içine çöker. Eğer güneşimizin boyutlarında bir yıldızsa, küçülerek bir beyaz cüceye dönüşecek ve sönüp korları donuncaya değin öyle kalacaktır. Eğer güneşimizden yaklaşık 8 ila 25 kat daha ağır bir yıldız söz konusuysa bu çökme eylemini evrendeki en görkemli patlamalardan biri olan süpernova izler ve sonucunda bir nötron yıldızı, – bir çay kaşığı nötron yıldızının ağırlığı, kentilyonlarca tondur – bundan daha büyük bir yıldızsa da bir kara delik oluşur. Dönelim hikayemize…
Birinci nesil yıldızlar aşırı büyük oldukları için, çekirdeklerinde orta boy bir yıldıza nazaran çok çok daha hızlı ve fazla yakıt tükettiler. Ortalama olarak 10 milyon yıllık bir ömrün sonunda kendi içlerine çökerek zengin içeriklerini ( az da olsa yüzeyde kalan hidrojen, helyum, nitrojen, kalsiyum, karbon, oksijen gibi) müthiş patlamalar ile etrafa saçarak hayatlarına veda ettiler. Bu patlamalar esnasında demiri de diğer demir atomları ile kaynaştırarak daha ağır elementlere dönüşmesini sağlayacak aşırı sıcaklık ve basınç oluştuğu için patlamanın ardında kalan toz bulutunda artık altın gibi çok daha ağır elementler de bulunuyordu. Bu gaz bulutlarının yoğunlaşması ile oluşan ikinci nesil yıldızlar ve etraflarındaki gezegenleri bu sürekli element pişirme fırın zincirlerini devam ettirdiler.
Tam olarak bilinemese de 3. nesil olduğu tahmin edilen Güneş’imiz ve etrafındaki gezegenleri meydana getiren bulutlar, artık fizik ve kimyanın biyolojiyi ilgilendiren organik molekülleri oluşturmasına imkan verecek kadar zengindiler. Ve nihayet bu zenginliğin içinde yakın çevremizde gördüğümüz kadarıyla yalnızca bizim gezegenimizde hayat var oldu. – Mars ve bir zamanlar Venüs’te de canlılığın bir dönem var olması ihtimalini destekleyen bulgular her geçen gün artıyor ancak henüz emin değiliz. –
Ve bu hayat 4 milyar yıl boyunca, bilinen 5 küresel felaketi de aşarak son 280 bin yıldır çok karmaşık derecede düşünmeye, kendisini meydana getiren bu düzeni anlamaya başladı. Aslında büyük patlamayla oluşan o enerjinin, kendi kendisini anlamaya çalışmasının bir yan ürünü olabiliriz hepimiz. Vücudumuzda en yaygın olarak var olan elementleri düşünün. Hidrojen, oksijen, nitrojen, karbon… Hepsi – vücudumuzdaki oranları da uyuşacak şekilde – evrende yıldız patlamaları ile oluşan gaz bulutlarında varlar…
Peki bizim bu evrende yalnız olduğumuzu, daha da kibirlisi, evrenin bize “özel” olduğunu söyleyebilir miyiz? Kendi adıma hiç sanmıyorum. Ancak size bu sorunun cevabını sizin için de vermek benim haddim değil. Bitirirken size bir kaç sayı vermek istiyorum, yorumu size bırakıyorum.
Gelin Güneş Sistemi’mizden başlayalım. Dünya’mızı bir bezelye tanesi boyutunda kabul edersek, Güneş Sistemi’nin tamamının uzunluğu ne kadar olurdu sizce? Bu gerçeğe hala ben de alışamadım ancak benim alışmamdan bağımsızca, gerçek: 22 bin km. Yazım hatası yapmadım, ve evet bu sadece Güneş Sistemi’miz. İçinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisinde yaklaşık 100 milyar yıldız sistemi var. Gözlemleyebildiğimiz evrende de yaklaşık 2 trilyon galaksi… Ve evren bizim gözlemleyebildiğimizden çok daha büyük, sadece ışık hızı ve zaman bizim ne kadar ileriyi – doğal olarak geçmişi – görebileceğimizi sınırlıyor. Tüm bu yapı, bize özel olmak için biraz müsrifçe değil mi?
Ünlü gezegen bilimci Carl Sagan, yıldızlara bakmanın iki yolu vardır der: “Birincisi onlara oldukları gibi bakmak. İkincisi de olmasını istediğimiz gibi.” Maalesef burçlara, gezegen hareketlerine, evrendeki herhangi bir cismin bu inanılmaz küçük sahnedeki inanılmaz önemsiz bireylerin hayatlarına etki ettiğine inanmak, yukarıdaki 4 bilimsel kuvvetle açıklanabilir bir yanı olmadığı gibi, sizce de biraz küstahça değil mi?
Yaşadıklarımızın ve eylemlerimizin sorumluluğunu başkalarına, hatta gezegenlere, yıldızlara atmak, sizce de biraz zaman kaybı değil mi? Merkür’ün Retro’da olduğuna inanmak, İstanbul Beşiktaş’ta yolun ortasında bulunan bir bezelye tanesinin üzerinde yaşayan gözle görülemeyecek bir canlının hayatına, Tokyo’da bir caddede bulunan bir leblebi tanesinin hareketinin yön verdiğine inanmak değil mi?
Gökyüzüne olmasını istediğimiz gibi bakmayı bırakabiliriz. Bu onun mistikliğinden bir şey yitireceği anlamına gelmiyor. Belki başka şekillerde idrak etmesi zor oluyor ancak, gelecek sefere bir altın bileklik taktığınızda, ona dikkatlice bakın ve onu meydana getiren atomların, milyarlarca yıl önce inanılması güç bir patlama ile oluşup nihayet kolunuzda bulunduğunu düşünün…
Gökyüzü olduğu gibi bakıldığında da insanın başını döndürmeye yetiyor..
Sevgiyle, bilimler kalın.