Uzun zamandır çok yoğun bir iş programı ve nişanımla meşgul olduğum için gündeme ilişkin yazılarımı derlemeye fırsatım olmadı. Bu yazım bu nedenle insandan ziyade hayat ile ilgili olacak. Bu yazı, Anatole France’ın deyimiyle “mesafeli duruşun bilgeliği yerine tutkuların çılgınlığını seçen” ve her şeye rağmen yaşamayı, yolda olmayı seven herkese gelsin, keyifli okumalar.
Youtube’da çok beğenerek takip ettiğim bir program var. Genç yazar Aytuğ Akdoğan’ın “Yazar Burada Ne Demek İstemiş?” isimli hayat-edebiyat programı. Programın bir bölümünde kendisine yöneltilen “Neden Yaşıyorsun?” sorusuna verdiği yanıt üzerine, kendi yaşam motivasyonum ile ilgili çokça düşündüm ve bugün sizinle bu konudaki görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Önce yanıtı okuyalım: “Ben kendi iradem ve arzum dışında gelişmiş olsa da doğduğum için yaşıyorum. Yaşamamayı hiç deneyimlemediğim için yaşamak daha makul bir seçenek gibi görünüyor, bu yüzden yaşıyorum. Sevdiğim üç-beş kişi var, onlar hala hayatta olduğu için yaşıyorum. Başını hatırlamasam da sonunu merak ettiğim için yaşıyorum. Nadiren de olsa okuduğum bir kitap, dinlediğim bir müzik bana “ulan ne güzelmiş” dedirttiği için yaşıyorum. Dün makinada bulaşıklar kalmıştı eve gidip onları yerleştirmem gerektiği için yaşıyorum. Ve kedilerimin kumunu temizlemek için yaşıyorum.”
Bu yanıt üzerinde epeyce düşündüm. Özünde büyük bir direniş barındırıyor bu yanıt. Nihilizme karşı bir direniş bu. Kendisini hiç önemsemeden, evrenin merkezine koymadan, tesadüf eseri var olduğunu bilerek, tüm davranışlarında sorumluluğu kendi üzerine alarak, var olduğu her anı iyisiyle kötüsüyle deneyimleyerek ancak tüm bunların anlamsızlığına karşın hiççiliğe düşmeyerek öleceğini beyan ediyor Aytuğ Akdoğan. Meşhur Kaybedenler Kulübü filminin sonunda sorulan “ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?” sorusuna “yaşamak” cevabını veriyor aslında korkusuzca. Hayatın anlamına dair kimi zaman sorduğumuz sorulara benim verdiğim cevaplara en paralel cevap bu.
Neden bu cevabı çok beğendiğimi açıklayabilmem için, gelin şimdi hep birlikte bir düşünce deneyine dalalım ve hayatta oluşumuza dair bizi nerelere götürecek görelim. 1000 kişiyi bir alanda topladığınızı var sayın. Her bir deneğe hilesiz birer bozuk para vererek yazı tura atmalarını istiyoruz. Tura gelenler elenecek, yazı gelenler bir sonraki tura kalacaklar. İlk turda yaklaşık 500 kişinin elenmesi gerekir. İkinci turda 250 kişi elenir. Üçüncü turda 120, dördüncüde 60, 30, 15, 8, 4, 2 ve nihayet son turda 1 kişi daha elenir. Bu oyunun her turda mutlaka birinin yazı veya tura attığını varsaydığımız en hızlı versiyonunda bile (özellikle yarışmacı sayısı azaldığında herkesin tura veya yazı atarak o turun tekrar edilmesi ihtimalini çıkartmış oluyoruz) bu 1000 kişiden 1’i tam 10 kez üst üste yazı atmış olacaktır. Şimdi elinize bir bozuk para almanızı ve 10 kez üst üste yazı atmayı denemenizi istiyorum. Başarabildiniz mi? Büyük olasılıkla başaramadınız. Bu dilemmaya Büyük Sayılar Yasası deniyor. Tekil olarak bakıldığında çok düşük görünen bir ihtimal, olaya dahil olan şeyin sayısı arttıkça istatistiğin kaçınılmaz bir sonucu oluyor. 1000 kişilik hayali deneyimizi her yaptığımızda 1 kişi en az 10 kere yazı atarak kendisi için çok “özel”, hissedecektir. O gün onlara birer mikrofon uzatsak, kendilerini şanslı hissettiklerini, bir şekilde kazanmayı bildiklerini vs. söyleyebilirler çünkü deneyimleri biriciktir. Ancak istatistiksel açıdan hiç de şaşılacak bir durum değildir yaşadıkları.
Peki her gün 8 milyar insanın 86400 saniye boyunca başına gelebilecek olan “imkânsız” gibi görünen işler ne olacak? Sürekli karşımıza çıkan biricik hikayeler veya inanması güç tesadüfler, bizim burada oluşumuzun bir amaç uğruna olduğunu göstermiyor ne yazık ki. Hayat oldukça düşük gibi görünen, ancak kaçınılmaz olan tesadüflerin neticesidir. Bu yüzden doğru söylüyor Aytuğ Akdoğan ve ben de hiç kimse tasarlamadığı halde doğmuş olduğum için yaşıyorum. Bir şeyleri değiştirmek için çaba sarf etmenin, 10 kere üst üste yazı atmaktan çok daha zor olduğu bu dünyada bir şeyleri değiştirme gayesini usulca kenara bırakmanın hafifliği ile, yine de tesadüf eseri bir şeyleri değiştirerek yaşıyorum. Kendi sınırımın farkındayım, bu nedenle kendi biricikliğimin tadını çıkartarak yaşıyorum. Aldığım nefes sayısının toplamı için değil, nefesimi kesen anların toplamını çoğaltmak için yaşıyorum. Kimi zaman bir şiirin, bir şarkının veya bir kitabın bir zamanlar bir yerlerde benim hissettiklerimi hisseden insanların varlığını göstermesinin neşesiyle yaşıyorum.

Gezi eylemlerini ele alalım mesela. İlk gününden itibaren bir parçası olduğum eylemlerin hayatımdaki yeri, deneyim olarak bana kattıkları çok büyük. Ancak milyonlarca kişinin katıldığı bu eylemlerden Oğulcan Gülseven’i çıkartsanız, eylem pek de bir şey kaybetmezdi kendisinden. Ben katıldığım için büyümedi eylem, ben olmasaydım küçülmezdi, birey olarak bir şey değiştirememiş olmak kırmıyor beni, çünkü oradaki deneyimim biricikti ve nefes kesiciydi.
İşte bu yüzden öyle büyük ve iddialı tüm sözlerden uzak, tutkularının peşinde, tesadüfen geldiğimiz bu hayatta hiç de tesadüfi hissettirmeyen deneyimler elde edebilmek için, başkalarının -ama herkesin değil- “iyi ki” dediklerinden olabilmek için, yaşıyorum bu hayatı. Ve bol bol keşfediyorum. Kendimi, aşkı, hüznü, telaşı, dünyayı, diğer insanları, ağaçları, kayaları, hayvanları ve zamanı gelince ölümü…
Kimsenin haddi değil kimseye ne yaşayacağını ve nasıl yaşayacağını söylemek, benim de haddim değil, ben yaşamaktan ne anladığımı anlattım sadece, belki bir iki parçası size de uyar diye. Morcheeba’nın o çok özel şarkısında söylediği gibi,
“Koşmayı bıraktığın gün, vardığın gündür.”
Hepinize keyifli yolculuklar..
Kardeşim çok güzel bir yazı, emeğine sağlık..
BeğenLiked by 1 kişi