Son günlerde gündemimizde iyice yer edinen trajik olaylar silsilesi, bir süredir içimi kemiren bazı düşünceleri bu yazıda derleme ihtiyacımı doğurdu. İhtisası Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler olan bir dostunuz olarak, hayatın hemen her alanında araştırma yapmak ve ne olursa olsun “emin” olamamak benim uzun yıllardır yaşam felsefemin temelini oluşturuyor. Ancak bu emin olamamanın şüphecilik akımı ile pek de bir bağlantısı yok, emin olamayacağım her konu için, eşitlerin arasından birinci olan – genelde bilimsel – açıklamayı doğru kabul ederek hayatıma devam etmeyi seçiyorum. Çünkü özünde toplumsal birikimimiz o denli ilerledi ki, kimse tam olarak hiçbir şeyden “emin” olamaz hale geldi. Ben de günlerdir derlediğim ve ayıkladığım bilgileri ve bu bilgiler ışığında yorumumu sizinle paylaşmak istedim. Bu açıdan aşağıdaki yazıyı okurken, bunların pek çok yerde bireysel görüşüm olduğunu ve aşağıda eleştirdiğim konuların “dış mihrak oyunları” gibi safsata olgular çerçevesinde eleştirilmediğini bir kere hatırlamanızı istirham ederim. Dönelim konumuza;
Çağımızın en büyük düşünürlerinden biri olan – kimimizin “Büyük Erdemler Risalesi” kitabıyla tanıdığı – Andre Comte-Sponville, Kapitalizm Ahlaki Midir? kitabında topluma etki eden olguları ve bu olguların düzeylerini ele alır. Bu düzeyleri incelerken kurallar çok basit: Düzeyler içeriden dışarıya doğru ve merkezinde toplumun bulunduğu, birbirini kapsayan çemberler gibi düşünülebilir. İçteki çemberler, kendilerinin dışındaki çemberler tarafından şekillendirilir ve çemberlerin toplumlara olan sosyolojik etkileri en içteki çemberde en yüksek ve direkt, en dıştaki çemberde en düşük ve dolaylıdır. Bu çemberler içten dışa, Ekonomik Düzey, Siyasi Düzey, Hukuksal Düzey, Ahlaki Düzey ve Etik Düzeyidir. Toplumsal memnuniyeti ve sosyolojik yapıyı birincil olarak ekonomi belirler ve ekonomiyi siyasi kararlar şekillendirir. Siyaset, hukuksal düzeyin çizdiği çerçeve içerisinde hareket eder ve hukuk kuralları da ahlak sistemine göre şekillenir. Neyin ahlaklı neyin ahlak dışı olduğunu ise etik değerlerimiz ile ölçeriz. Sponville’e göre asıl mesele ise şu, bu düzeyleri o veya bu şekilde karıştırdığımızda, iki durumdan birine düşmüş oluruz: Zorbalık veya Gülünçlük. Dolayısıyla kapitalizmde ahlak aramak düzeyleri karıştırmak anlamına gelir ve kapitalizm ne ahlakidir ne de ahlak dışıdır. Örneğin siyasi iktidarlar sizden kendilerini sevmenizi talep ederse bu zorbalıktır, çünkü siyasi düzeyde bir oyuncu etik düzeyinde bir beklenti içerisindedir ve normal şartlar altında siyasilerin hiçbirine “sevgi” beslememize gerek yoktur. İşlerini yapsınlar, yeter. Yine iş yerindeki patronunuz, “ben senin patronunum, bu yüzden bana sevgi beslemelisin” tavrını takınıyorsa, zorbalaşıyor demektir. Benzeri şekilde bir çalışan patronundan zam isterken, iş yerindeki performansı yerine, ne kadar iyi bir insan olduğu konusuna vurgu yapıyorsa, gülünç duruma düşmüş olur çünkü zam ahlaki – etik düzey ile değil ekonomik düzey ile alakalı bir konudur.
Sponville bu çıkarımı yaptıktan epey sonra, iletişim teknolojilerinin korkunç bir hızla gelişmesi ile birlikte, sosyal medya kavramı hayatımıza girdi ve birden bu zorbalık-gülünçlük atmosferinin arasında nefes alamaz olduk. Bu çıkarımı daha somut bir örnek ile açıklamaya girişmeden önce size bahsetmek istediğim bir de araştırma sonucu var. Aralarında Danimarka, ABD ve evet, Türkiye’nin de bulunduğu 116 ülkede yapılan araştırma – bu araştırmada, halkın iktidardan memnun olduğu ve memnun olmadığı kanılarının yaygın olduğu ülkeler örnekleme dâhil edilmiş – iktidarların, yönettikleri vatandaşların istekleri doğrultusunda hareket ettiği sonucunu ortaya koydu. Biz seçmen olarak neye önem verdiysek, bir sonraki seçimde yeniden seçilmekten başka bir amacı olmayan iktidarlar da o dönemde o icraatları yaptılar. Yol ve altgeçitten memnun musunuz? Eğitim sizin için o kadar da önemli değil mi? Daha imanlı nesiller mi istiyorsunuz? Buyurun daha çok oy verin biz de size istediğinizi verelim. .
Siyaset Biliminde Oligarşinin Tunç Kanunu olarak bilinen, özünde eşitlik, adalet gibi prensipler olsa bile tüm rejimlerin oligarşi ile sonuçlanmaya meyilli olduğunu anlatan kanun, iktidarda olanların iktidarda kalmak adına her şeyi yapacaklarını söyler. Tabii ki bu her şeyin içerisinde halkın taleplerinin gerçekleştirilmesi de vardır. Dikkatinizi çekerim, halk için iyi olan eylemlerden değil, halkın taleplerinden bahsediyorum, bu da halkın gülünçleştiği veya zorbalaştığı anlarda iktidarın irrasyonel davranmasına yol açar. Orman yangınları neticesinde oluşan kamuoyu baskısı ile bilimsel olarak yanlış olsa da hemen ağaç dikmeye başlayan TEMA Vakfı’nın durumu gibi. (TEMA Vakfı’nın bir rejim iktidarı olmadığının farkındayım, ancak tek eylemi ağaçlandırma ve doğayı koruma olan ütopik bir ülkede iktidar diyeceğimiz kavram TEMA olurdu ve bu açıdan siyasi bir aktör olarak incelenebilir.)
Daha önceki yazılarımda devletlerin olaylara trajedi veya drama gözünden değil, istatistik gözünden baktığından bahsetmiştim. Bu, devletler için bir zorunluluk olmasının yanı-sıra, kendimizi ilgilendirmeyen olaylar söz konusu olduğunda bireysel olarak da hepimizin bakış açısının bir parçasıdır. İkinci dünya savaşını düşünürken şu cephede bu kadar yüz bin insan ölmüş bu cephede şu kadar insan yaralanmış bilgilerini bünyemize ilk aldığımızda verdiğimiz tepki aşırı ve duygusal olmaz, çünkü konu bizden uzakta ve rakamsaldır, ancak terör örgütü ile mücadelede 2 asker şehit düştü haberi bizde çok çok daha fazla bir duygusallık yaratır. Devletlerin bu duygusallık ile hareket etme lüksleri olmadığından şehit haberine dahi istatistiksel ve mantıksal bakma zaruriyeti vardır.
Ancak sosyal medya her konuyu abartarak, dramatikleştirerek ve en önemlisi rasyonel gerçeklere dayanmadan servis ettiği için, maalesef toplumsal taleplerimizde zorba ya da gülünç duruma düşme sıklığımız oldukça artmış durumda. Medya okuryazarlığı konusunda da sosyal medya kullanımının yaygınlığı ile oranladığımızda dünyanın en geri ülkelerinden biriyiz maalesef.

Global Call meselesine değinelim mesela. Öncelikle konunun bilimsel perspektiften nasıl göründüğünü anlatmak istiyorum. Akdeniz çanağında bulunan maki bitki örtüsü, ağırlıklı olarak kızılçam ve çalılık ormanlarından oluşur. Bu ormanların şiddetli yanıcılık özelliği vardır ve kendisi 4.5 milyar yaşında olan dünyamızda, Akdeniz havzası ortaya çıktıktan sonra milyonlarca yıl boyunca düzenli olarak yanmış ve rejenere olmuştur. (Akdeniz ormanlarında rejenere süresi 15-20 yıl iken, Karadeniz ormanlarında bu süre 300 yıldır.) Hatta evrimsel olarak bu bitki örtüsü ve buradaki canlılık, yangınlar sonrasında çeşitlenir. Pek çok maki bitkisinin tohumu reçine kaplıdır ve üzerindeki reçine yanmadığı takdirde bitki büyümez. Bunun yanında eğer doğal bir yangını suni olarak söndürürseniz, orada yangın paradoksu oluşturmaya başlarsınız. ( yanmış olması gereken madde yanmadığı için giderek daha çok yanıcı madde birikir ve nihayet önlenemez şiddette bir yangını tetikler, geçtiğimiz yıl Portekiz’in başına gelen durum gibi) Bu tabii ki yangın anında oturup seyredeceğiz demek değil, ancak Akdeniz havzasında aynı günlerde başlayan 800 yangının neden kaynaklandığını, nasıl tepki verilmesi gerektiğini bilmek, hiç olmazsa tüm bu yangınların terör örgütü elinden veya rant için bilerek çıkarıldığı gibi gerçekçi olmayan çıkarımlar ile paniğe kapılmamızı engeller. Bizim de vatandaş olarak yapmamız gereken sakin olup, gerçeklere odaklı vaziyette elimizden gelen tüm yardımı yapmak ve çaba göstermek, fazlası değil, sosyal medya trajedilerine bakıp sinirden ağlamak hiç değil. Bu gün Marmaris’te yangından vefat eden – gerçek bir trajedi olduğunu kabul ediyorum – kişinin veya canlıların haberlerine ağlayanlar, geçen yıl Portekiz’de vefat eden 100 kişi ve binlerce canlı için neden ağlamadılar? Olay eşit derecede trajikti, sadece bizim “sosyal medyamız” bunu gündem yapmamıştı. Aaa biri bizim vatandaşımız diğeri değil derseniz, “insan” olmanın temel dinamiklerini tekrar düşünün derim.
Tüm bunların yanında yine de her birimizin içinde de yangınlar çıkartan o trajik videoları, o çaresizlik hissini ve iktidarın yetersizliğinin insanı çileden çıkartan sinir bozuculuğunu anlıyorum. Çünkü sosyal medyanın trajedi bombardımanı, yıllardır yaşadığımız bıkkınlık, önemsenmeme ve çaresizlik hissi bir taşkın gibi duygularımızı arşa yükseltti. Ancak uluslararası ilişkilerde hiçbir zaman “aaa şu millet yardım çağrısında bulunuyor hadi toplanın gidiyoruz” gibi bir durum söz konusu değil. Kamuoyu baskısı denilen durum da maalesef işlemiyor. Uluslararası ilişkilerde “kamuoyu” kavramı pek de geçerli değil. Peki, nedir geçerli olan? Uluslararası anlaşma ve sözleşmeler. BM Afet Değerlendirme ve Koordinasyon Sistemi (UNDAC), Afet Risklerinin Azaltılmasında Sendai Çerçeve Belgesi, Hyogo Çerçeve Eylem Planı, Incheon Konferansı gibi Türkiye’nin de katıldığı pek çok uluslararası sözleşme ve kurum, herhangi bir ülkede Dışişleri Bakanlıklarınca yapılan afet duyurusunun ardından harekete geçer ve sistematik şekilde yardımlar kamu kurumları ve STK’lar tarafından gönderilir. Yani Hırvatistan hükümeti bizim çağrımıza bakarak hadi yardım edelim demediler. Hükümetler arası görüşme neticesinde yardıma geldiler. Ve biz Global Call çağrımız ile gülünç duruma düştük, çünkü siyasi düzey ile etik düzeyi karıştırarak mantığımızla değil, duygularımızla hareket ettik. Bahsettiğim gülünçlük iktidarın zayıf görünmesi falan değil, zira iktidarımız 20 yıldır bundan çok daha gülünç duruma düştü ve yine maalesef bu konuda bizim desteğimize ihtiyacı yok. İngilizce iki kelimeyi bir araya getirip One Minute diyememekten tutun, ABD’de kara para aklamak isteyen tarikatların dünyada bu işi yapabilecekleri en uygun iki ülkenin Belize ve Türkiye olduğunu itiraf etmelerine kadar bizi çok daha fazla yerin dibine sokan nice olaylar yaşadık. Ancak rasyonellikten uzak, amaçsız bu girişim, millet olarak ne kadar romantik ve düşünmeden hareket eder olduğumuzu gözler önüne serdi. Madalyonun bir yüzü bu.
Diğer yüzü ise, yıllardır sürmekte olan liyakatsizlik, yolsuzluk ve “tek adamcılık” yüzünden, göz göre göre gelmekte olan felaket ile baş edebilecek konumda olmayışımız ve devlet nezdinde acizliğimiz. Ancak burada daha derin bir mesele var. Bu gün yangın felaketinden sebep, iktidar değişse, yerine gelecek iktidarın bir daha bu ve benzeri beceriksizliklere mahal vermeyecek nitelikte olmasını garanti edecek bir seçmen olgunluğu var mı bizde? Benim cevabım maalesef hayır. Kaçımız oy vermeden önce tüm partilerin seçim beyannamelerini okuyoruz? Hiçbir partinin seçim beyannamesinde çevre ve şehircilik politikaları ile ilgili bir madde yokken, bu seçime katılım %92 oranında gerçekleşiyorsa, bir siyaset bilimci olarak ben bu durumdan, vatandaşın yangınla mücadeleyi ve doğru şehirleşmeyi önemsiz bulduğu sonucunu çıkartıyorum. Türk Hava Kurumu’nun kayyum başkanı, yangınlar devam ederken nasıl düğüne gidiyor diye ayaklananlara sesleniyorum. O kayyum o makama gelişinin hakkını veriyor. Biz kendi eşimizi dostumuzu torpille işe sokmaya çalışırken, trafik polisi veya vergi memuru geldiğinde çorba parası verirken, liyakatin l’sini bile kendi yaşantımıza yansıtamazken, liyakatsiz bir düzenle makam sahibi olduğu ve o makamı kendisinden alabilecek iktidara ters düşmemesi gerektiği için elinden geleni yapan bir bürokratı kınama hakkını kendimizde nasıl buluyoruz? Her konuda olduğu gibi bu konuda da kendimizi ikiye bölerek, liyakatsizlikten şikâyet edenler iktidara oy verenler değil, muhalefete oy verenler diyenlere sesleniyorum. Muhalefet partileriniz tüm bu torba yasalar geçerken, tüm bu yolsuzluklar ortaya çıkarken, tüm bu liyakatsizlikler devam ederken, kendilerininki de dâhil olmak üzere makam arabaları yenilenip, yangın söndürme uçakları yenilenmezken, sine-i millete dönüyoruz, iktidarınız batsın diyebildi mi? Diyemedi. Siz bunu bekliyor muydunuz partinizden? Beklemiyordunuz. Belki de iğnenin kendimize dönmesinin zamanı geldi.
Ekonomimizin görece daha iyi olduğu 2003-2007 yılları arasında, aynı iktidarın her hareketini beğenen kişiler, bu gün sosyal medyada feryat figan iktidara karşı kampanya başlatıyor. İktidarı hâlihazırda değiştirmek isteyenler bu tepki rüzgârını arkamıza alabilir miyiz diye hesap yapıyor. Eğer siz iktidarı sırf değiştirmiş olmak için değiştirmek isterseniz, seçim beyannamelerine uygar ve hukuki maddelerin girmesini sağlayacak halk iradesini sağlayabilmek adına kendinizi geliştirmezseniz, gelen iktidar ile giden iktidarın arasında hiçbir fark göremezsiniz.
Yukarıdaki çemberlerin bize anlattığı bir şeyler var. Ekonomi iyiyken hukukun çökmesine göz yuman, siyasetin yolsuzlaşmasına sessiz kalan, ahlakın yerlere inmesine seyirci kalan vatandaşın, bu gün o düzeylerdeki sıkıntılara ekonomi kötü olduğu için ses çıkartması, yarın ekonomi azıcık düzeldiğinde yine ahlaksızlıklara, hukuksuzluklara, yolsuzluklara kayıtsız kalacağı anlamına geliyor. Oysaki bizim en temel sorunumuz – ve çözümümüz – en başta etik, sonra ahlak, sonra hukuk, sonra siyaset ve nihayet ekonomidir. Bunun ön koşulu da ne istediğini bilen, eğitimli ve olgun kitlelerdir.
Peki, nihayetinde bu meşhur Global Call bizi güçsüz ve aciz duruma soktu mu? Hayır. Sadece gülünç duruma soktu. Çünkü sorunların düzeylerini göremiyoruz. Çünkü okumuyoruz. Zorbalığa karşı gülünçlükle cevap veriyoruz. Kurtuluş savaşının en gergin günlerinde Sakarya’da cephe yarılmışken, Ankara’da maarif kongresini toplayan vizyonun bize olan mirasını anlamamakta ısrar ediyoruz.
Albert Camus’un da dediği gibi, “Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir.”
Sevgiyle..