Doğaya müdahale gücümüz ile paralel artan küresel hareketliliğimiz neticesinde yayılımının önüne geçmekte son derece başarısız olduğumuz güncel SARS-2 Coronavirus salgını, bu yazının yazıldığı tarih itibariyle tüm dünyada resmi rakamlar ile 181 milyon insana teşhisli olarak bulaştı ve 3.9 milyon insanın hayatını kaybetmesine sebep oldu. A’dan Z’ye tüm ülkeler – herhangi biri görece diğerine göre daha başarılı kabul edilebilir – salgını durdurmakta başarısız oldu ve 208 ülkenin bulunduğu gezegenimizde, ülke dahi olmayan topraklarda da görülerek 225 siyasi alanda da can aldı. Tarihte ilk kez bir salgın, doğal bir afet olarak değil, siyasal otoritelerin başarısızlığı olarak görüldü.

Bu ortamda, belki de işin en acıklı yanı, şu gerçeğin insanların yüzüne vurulması oldu: Her bir hayat kaybı başlı başına trajedi olsa da, eşi benzeri görülmemiş bu salgın ile mücadele etmeye çalışan hükümetler için ünlü Rus diktatör Joseph Stalin’in meşhur sözü geçerliydi: “Bir kişinin ölümü trajiktir, on kişinin ölümü dramatiktir, bir milyon kişinin ölümü ise istatistiktir.” Yüzlerce milyon insanın sağlığından ve/ya refahından sorumlu olduğunuzda, trajedi veya dramalar ile ilgilenemezsiniz. Toplumun fertleri için trajik olan öznel kayıplar bir araya gelir ve karar mekanizmaları için istatistiki değer taşımaktan öteye gidemez. Maalesef bu durum beraberinde can kaybı istatistiğinin yanına para kaybı verisini de koymakla sonuçlanır. Bu sebeple daha ilk gününden belliydi; normal zamanlarda en büyük hedefi minimum trajedi ile toplum sağlığını yükseltmek olan kurallara ve prosedürlere bağlı olan aşı-ilaç geliştirme çalışmalarının, bu kez istatistiksel verileri düzeltmek uğruna esnek kural ve prosedürler ile piyasaya sürüleceği. Tasarlanmasından toplum hizmetine sunulmasına kadar geçen sürenin ortalama 10 yılı bulduğu aşı ve ilaçların, 12-18 ay gibi sürelerde uygulanmaya başlaması, sürece dair komplo teorilerini doğurdu ve komplo teorisyenlerinin en sevdiği düşünme sistemi zaafı olan sonuçtan neden çıkartma tekniği için biçilmiş bir kaftan oluşturdu. “Aşılar insanları kısırlaştırıyor”’dan tutun, “vücudumuza nano-çip yerleştiriliyor”’a kadar pek çok kendinden emin komplo teorisi, bu konulardan uzak durmaya çalışma gayretime rağmen benim bulunduğum ortamlarda da sıkça dile getirilir oldu. Ben de bu yazımda istatistiğin işlevsel ancak acımasız oluşuna, komplo teorilerinin tarihsel kökenine ve son olarak kısaca şüpheciliğin fayda-zarar açısından değerlendirilmesine değinmek istiyorum müsaadenizle:
Öncelikle komplo teorilerinin çalışma prensibine bakalım. En meşhurlarından biri olan ve ABD 1969 yılında Ay’a insan indirmedi, tüm bunlar bir sette hazırlandı ile başlayan, dünya düzdür, hepimizi kandırıyorlar ile devam eden, NeuroLink insan beynini kontrol etmeyi hedefliyor ile seviye atlayan ve en güncel olarak Covid-19 insan yapımı bir hastalıktı, çok uluslu şirketler sermayelerini artırmak, hükümetler iktidarlarını perçinlemek için bu projeyi devreye soktular ve bizi aşı bahanesiyle vücudumuza soktukları çiplerle kontrol edecekler – veya kısırlaştıracaklar – ifadeleri ile hayatımıza sızan komplo teorileri, bütünüyle çıkan sonuçtan olası sebebe doğru ilerler. Yani bir olayın sonucu komplo teorisinin nedeni, olayın nedeni komplo teorisinin sonucudur. Pandemi sebebiyle yüz yüze etkileşimin minimuma çekilmesi, hayatın uzaktan iletişim ile sürdürülmeye çalışılmasına sebep oldu. Bu da Zoom, Teams gibi buluşma platformlarının, teknoloji üreten firmaların ve sosyal medya platformlarının oldukça zenginleşmesine sebep oldu. Bunu tersine çevirerek, yukarıdaki şirketler zenginleşebilmek adına bu virüsü icat ettiler diyebiliriz. Kanıt olarak da gerçekten bu gün pandemi öncesine kıyasla daha zengin olmalarını gösterebiliriz. İlk tahlilde tutarlı da gelir bu mantık ancak, hayatın her yanından çıkartılabilecek bu ve benzeri teorilerin içerisinde kaybolmamak için neden-sonuç ilişkisi ile olaylara bakmamız gerekir, tersi ile değil. Yukarıda saydığım komplo teorilerinin her biri için bir blog yazısı oluşturabilecek kadar sözüm ve komplo teorilerini alaşağı edecek içeriğim var ancak bunların hepsini burada değerlendirmem, yazımı çok uzatarak konudan sapmamıza neden olacak, bu sebeple bu içerikleri sizlerden gelecek olası talebe göre ileride yayınlamayı daha uygun buluyorum. Ancak müsaadenizle değinmek istediğim bir teori var: Aşı bizi kısırlaştırıyor mu?
İnsanların kısırlaştırılarak nüfusun kontrol edilmesi ve/ya yapay seçilim ile nesillerin kontrol edilmesi fikrine, antik Yunancada “iyi doğan” anlamına gelen eu-genes yani öjeni denir. Öjeni, fikir olarak henüz Charles Darwin’in meşhur Türlerin Kökeni kitabını yayınlamasından ve evrim konseptinin yaygınlaşmasından çok önceleri, bilinen kayıtlarda ilk kez Platon tarafından dile getirildi. – Evrim teorisi bilimsel olarak kabul gördükten sonraysa, öjeniyi savunan iktidarlar ve bilim insanları bunu evrim teorisine dayandırdılar. – “İyi doğanların beslenmesi, kötü doğanların üremesinin devlet tarafından yasaklanması” olarak özetleyebileceğimiz bu olgu, yıllar sonra ortaya çıkacak evrim gerçeğinin ipuçlarını o tarihlerde fark edecek kadar zeki olan Platon’un “daha arı insanlık” görüşüne temel oluşturdu. 300 Spartalı filminin girişinden de hatırlayacağınız üzere, doğuştan sakat olan bebeklerin öldürülmesi, ilerleyen yaşlarda mental problem yaşayanların çiftleşmesinin önüne geçilmesi gibi yöntemlerle tarih boyunca insanlık, “yapay seleksiyon” ile kendince “güçlü” olanı hayatta bırakmanın insanlık için yararlı olduğunu düşündü. Hepimizin aklına bu konuda uç nokta olarak Nazi Almanya’sı gelse de, modern anlamda bu çalışmalar ilk kez 1896 yılında ABD’nin Connecticut eyaletinde başladı. İnsanların rızası veya haberi olmadan, farklı hastalıklarının tedavisi için gittikleri sağlık merkezlerinde, hastalığın ne olduğuna, hastalıklı kişinin etnik kökenine ve hatta hasta kişinin dış görünümüne bakarak kısırlaştırma işlemi uygulanmaktaydı. Tabii bunu daha da öteye Hitler’in iktidarı döneminde Almanya taşıdı.

Buradaki asıl sorun, Darwin’in doğal seleksiyonu açıklarken hiçbir surette “güçlü olanın” hayatta kalmasından bahsetmemesidir. Darwin, “en iyi uyum sağlayan” hayatta kalır der ki, özellikle günümüzde bu fiziksel engelliyken zihnen, zihinsel engelliyken fiziken pek çok şeyi başaran insanların örnekleri ile dolu dünyada, öjeni konseptinin temelini sarsmaktadır. Sonradan kendimi savunmak yerine baştan söyleyeyim, kimse kimseye yaşamı vermedi, kimse kimseden yaşamı alamaz, bu sebeple öjeni olgusuna derinden karşıyım. İçerisinde bilimsel gerçekler barındırsa – gerçekten kafanıza göre fıstığa alerjisi olanların üremesini zorla engeller veya onları öldürürseniz, 4-5 nesil sonunda fıstık alerjisi ortadan kalkacaktır – da 20. yüzyılın başındaki eylemler, güçlünün güçsüzü ezerek dünyada kendisine daha çok yer açma gayesinin maskesiydi ve korkunç eylemlerini bilimsel bir çerçeveye sığdırıyordu. Kısmen bu olguyu mantıklı bulanlar da olduğu için şunu eklemek istiyorum: İlla birilerine öjeni uygulanacak ve “uyumsuzluğundan dolayı” yaşam hakkı veya soyunu devam ettirme hakkı elinden alınacaksa, kediye köpeğe işkence eden, kadını erkeği taciz eden, yozlaşıp hak yiyen, yere tüküren, çevreyi kirleten “uyumsuzlara” uygulansın.
Dönelim aşının kısırlaştırıp kısırlaştırmadığı konusuna, bunu iddia edenler, tarihteki bu öjeni olgusunun örneklerinden, Dan Brown’un Inferno kitabının değindiği gerçeklerden vesaire yola çıkarak ve yukarıda bahsettiğim sonuçtan neden çıkartma yöntemini kullanarak, aşının aciliyetle geliştirilip uygulanmasını, dünya nüfusunun fazlalığı ve öjeni kavramının geçmişi gibi gerçekler ile sentezleyip iddialarını temellendiriyorlar. Yine aşı formlarında yer alan mesuliyetin aşı üreticilerine yüklenememesini de “bakın işte bir şeylerin peşindeler yoksa bu ibare neden yer alsın” şeklinde delil olarak sunuyorlar. Ben bu gün 1 milyar insana 1 bardak su içirsem, su içenlerden illa ki ölenler çıkacaktır. Bu yüzden suyu vermeden önce kendimi garantiye almak isterim. Bu sebeple aşı üreticileri de özünde şunu söylüyorlar: “Evet aşıların faz 3 çalışmaları için yeterli örneklem ve zaman gerekir, ancak istatistiksel olarak hepimizin hayatı ve refahı için risk teşkil eden bu salgınla mücadele için bu aşıları zamanından önce uygulamak durumundayız ve kimi insanlarda henüz tespit edemediğimiz yan etkiler görülebilir. Eğer seçiminiz bir an önce normalleşmek ise, bizi bu etkilerden sorumlu tutmamanın garantisini verdiğinizde size aşıyı veririz, yok sonuçlardan emin olalım derseniz en iyi ihtimalle 4-5 yıl daha beklemeniz gerekir.” Siz bu üreticilerden olsaydınız, bu önlemi almaz mıydınız?
Bu formlar aşılarımızda çip veya kısırlaştırıcı ilaç bulunuyor demek değil. Tabii ki bulunmuyor demek de değil, burada şahsi bir seçim söz konusu, neden şüphe edip neden etmeyeceğimize dair. Ben kendi adıma bana herhangi bir olayın sonucunu göstererek bunun sebebini anlatan tüm hikâyelere şüpheyle, bana bir nedeni gösterip bunun sonucunda bu oldu diyen ve test edilebilir tüm hikâyelere ise güvenle bakmayı seçiyorum. Çünkü her şeyden şüphe edecek zamanım, her şeyden emin olacak da bilgim yok.
İlaç hasta insana uygulanır, aşı ise sağlıklı insana. Bu yüzden aşı olmak, ilaç almaktan çok daha tedirgin edicidir. Buna sığınarak özellikle aşı konusunda yayılan ve trajik veya dramatik örneklerle kendisini besleyen bu ucu bucağı gelmez komplo teorilerinin de ne uğruna yayıldığı ise beni ayrıca üzüyor. Çoğu zaman bir iki fazla beğeni, birkaç ekstra abone..
Bu yazının da sonuna gelirken büyük önem arz ettiğini düşündüğüm bir konuyu daha belirtmek istiyorum. Aşıların neden bu gün bu kadar gündem olduğunu açıklamaya çalışsam ve aşının güvenli olduğuna inansam da, yukarıdaki muğlak durumdan dolayı aşı olmamayı tercih eden insanlara saygım sonsuz. Kimse kimseyi herhangi bir şeye “zorlayamaz”. Hele ki bu şey vücuda girerek hayatımızdaki en öznel şeyimiz olan bedenimize tesir ediyorsa. Bu yüzden en basitinden en kapsamlısına kimsenin aşı olmaya zorlanmaması, yukarıdaki öjeni örneklerinde gördüğümüz gibi bilimin barbarlaşmaması, en yürekten temennim.
Sağlıkla kalın.
Aşı ile ilgili komplo teorilerini savunmak veya inanmak, ne yazık ki bu teorilerde belirtilen konular hakkında gerekli bilgiye sahip olmak, bu bilgi kaynaklarını doğru saptayabilmek ve verilen bilgileri şüphecilikten ziyade araştırma yetenek ve zekasına sahip olmayı gerektirir.
BeğenBeğen