Arayış Üzerine

Hacmi Daralan Bilimsel Cehalet:

İnsanlık, tarihi boyunca hem bireysel hem evrensel varoluşuna cevaplar aradı.  Niçin buradaydı, burası neden vardı, bu muazzam varoluşun tetikleyicisi neydi, tetikleyicinin tetikleyicisi neydi… Bu soruların sorulmasının ilk tahlilde tek bir müsebbibi var: Neden – sonuç ilişkisi. Günlük yaşantımızda her zaman tecrübe ettiğimiz ve işe yarar – aynı zamanda tatminkâr – açıklamalara yarayan bu olgu, sorular boyumuzu aştığında da, aynı nedensellik ilişkisine uyan bir cevap buluncaya kadar tatmin olamayışımıza neden oldu. Üşüyen insan bunu soğuğa bağlayabildi, ancak soğuğu bağlayabileceği somut olgu daha bin yıllarca karşısına çıkmayacaktı ve bu yazı, tam da bu noktaya, cevabını bilmediğimiz soruların düşünüşümüze etkisine eğiliyor.

Toros dağlarını ele alalım mesela; ünlü bilim insanı Celal Şengör’ün Bilgi ile Sohbet kitabında hatırı sayılır bir bölüm ayırdığı bu dağ sırasının ismi, çok ilginç bir şekilde bu cevap arama dürtüsünün bir neticesi. Tarih öncesi yıllarda, dilin yeterince evrimleşememiş olması nedeniyle kelimeler doğal seslerin taklitlerinden oluşurdu ve ağırlıkla tek heceliydi.  Toros da etimolojik köken olarak “Tor” – “Tar” sesinden gelip, antik dilde “dağ” ve aynı zamanda “boğa” anlamına gelir. Günümüzde Taurus – İngilizce boğa – kelimesi de yine bu etimolojik kökenden gelir. Bu çerçevede Toros, basitçe dağlar demektir.

Göçebe bir avcı – toplayıcı kabileyi hayal edin. Yıllık seyahat rotalarında, özellikle kış aylarında sığınma için kullandıkları mağaralar, volkanik bir arazide yer alıyor. Her yıl rutin gidiş gelişleri sırasında konakladıkları mağaranın yakınlarında birden korkunç bir ses, sallantı ve zirveden yükselen siyah dumanlar eşliğinde yamaca doğru akan kızıl alev nehirleri peyda oluyor. O dönem insanlarının nedensellik arayışında bu olağanüstü manzaranın cevabı ne olurdu?

Fiery Bull | Bull art, Fire art, Art

Görünen o ki cevap dağa, doğada karşılaşılan ve özellikle soğuk havalarda ve kızgın olduğunda burnundan dumanlar çıkartan, çok kuvvetli ve yıkıcı olabilen boğa ile bağdaştırılan bir tanrı figürü atfedilmesi oldu. Bir şekilde bu toplum tanrısını kızdıracak bir eylemde bulunmuştu ve bu yüzden cezalandırılıyordu. Tabii ki erkek bir figürdü bu kızgın ve korkunç oluşum, “Şiddet ve Konjonktür” yazısında bahsettiğim üzere o dönem avcı – toplayıcı kabilelerin hemen hemen tamamı ataerkildi. Kızgınlık, şiddet ve yıkım, ağırlıkla eril toplumsal özelliklerdi. Bu sebeple “Tar” dediler dağlara, boğalara dedikleri gibi. Tek heceli, açıklayıcı ve etkili. Zamanla ağızların değişmesi ile Tar, Tor oldu, sonundaki “‘os” çoğul ekiydi ve bu gün Toros dediğimiz dağ sırasının etimolojik kökeninin “Dağlar” olduğu ortaya çıktı. Şaşırtıcı derecede basit, bir o kadar büyüleyici..

Bütün bu hikâyenin özünde, odada bir fil duruyor: Bilimsel Cehalet. – Cehalet yalnızca bilimsel olmayıp, kültürel, moral ve sanatsal da olabildiği için bu ayrımı yapıyorum. – O dönemin insanları neden – sonuç ilişkisi çerçevesinde, merak ettikleri olguları yanıtlamaya çalışırken pek tabii bilgi birikiminin, yazının ve teknolojinin olanaksızlığı sebebiyle bilimsel cehalet içindeydiler ve vardıkları sonuç tanrısal güce dayanan bir nedensellikti. Tanrı olgusunun en güçlü yanı, ortaya çıkması için entelektüel veya bilimsel birikime ihtiyaç duymayışıdır. En cahil insan dahi, anlamlandıramadığı her şeyi tanrıya bağlayabilir.

Arayış konusunda daha derinlere dalmadan önce, evrimin bir sonucu olan ve bildiğimiz kadarıyla yalnızca insana özgü olan bir kavramdan bahsetmek istiyorum. Pareidolia veya görsel sanrı. Gündelik hayatımızda karşımıza çıkan ve bize bir anlam ifade etmeyen cisimleri, bize anlam ifade eden şekillere benzetme eğilimi. Yüzbinlerce yıl önce savanada yaşayan bir insan topluluğunu hayal edin. Çalıların arasında leopara benzeyen bir şey olduğundan şüpheleniyorlar. Bir grup insan bu “şeyi” leopara benzeterek hızlıca kaçmaya başlıyor, ancak pareidolia’sı gelişmemiş olanlar olduğu yerde kalıyor. Eğer çalıların arasındaki şey bir leopar değilse, kaçan grup gereksiz tepki vermekten ötürü biraz gülünç duruma düşmüş olabilir. Ancak leopar ise kaçmayan grup ölmüş olur. Bu şekilde insan sürülerinin nesilden nesle ayıklanması sonucu, bu gün hepimizde bu görsel sanrı olgusu mevcut ve günümüzde burçlara da adını verdiği üzere, gökyüzünde gördüğümüz noktaları birleştirerek, onları aslana, teraziye veya balığa benzetmemiz buradan ileri geliyor. Dönelim arayış konusuna.

İnsanlığın arayışını irdelerken karşımıza çıkan bir başka örnektir kuyruklu yıldız. Antik uygarlıklarda – günümüz şehirlerinin belki de en negatif yanı olan ışık kirliliği olmadığından – insanlar gökyüzüne baktıklarında, gündüzleri doğrudan bakılamayacak kadar parlak ve haşmetli güneşin yerini geceleri nefes kesici bir uzay manzarası dolduruyordu. Binlerce – bulutsuz ve net bir gecede tahminen 20 bin gezegen yıldız ve galaksi, çıplak göz ile seçilebilir – parıltıdan oluşan bu eşsiz manzara, cevap arayışı içinde olan insanların elbette ki merakını cezbetti. Doğal olarak tüm medeniyetler, geceleri karşılarına çıkan bu ışık kümelerini yukarıda açıkladığımız görsel sanrı yeteneği ile çeşitli cisimlere benzeterek, bunu nesilden nesile aktarıp, giderek daha da uzmanlaşarak, bu gün bile kullandığımız gök haritasını çıkarttılar. Bu konuda o kadar ikna edici ve etkileyicilerdi ki, günümüzde Hristiyanlığın sembolü olarak kullanılan Haç İşareti, aslında Zodyak Çaprazı olarak adlandırılan ve gökyüzünde çeşitli şekiller atfettiğimiz yıldızlardan gelen burçları, 4 mevsime gömerek Dünyanın Güneş etrafında 1 yıllık döngüsünü anlatan pagan sembolünden gelir. M.S. 379 yılında pagan Roma İmparatorluğu’nu Hristiyanlığa geçirmek için sarf edilen çabanın bir parçası olarak, Zodyak Çaprazı Haç İşareti şeklinde bu dine giriş yaptı. – Günümüzde kutsal dinlerin hepsinde ne kadar fazla pagan öğretisi olduğunu görünce, insanın ağzı açık kalıyor. – Velhasıl, tüm antik medeniyetlerin aşağı yukarı birbirine denk, ufak farkları olan gök haritaları, hayati önem arz ediyordu. Nerede yaşadıklarından bağımsız olarak, toplumlara ekin ekme-biçme dönemlerini, ne zaman havaların soğuyup kar yağacağını, ne zaman göç edebileceklerini gösteren bir tablo olarak kullanılıyordu. Gündelik yaşamı düzenlemeye yardımcı olan, muazzam bir harita. Onu oraya kim veya ne yerleştirdi? Yine o dönemin şartlarında, şüphesiz ki tanrı yerleştirdi. Ancak bir sorun vardı: Ne zaman ortaya çıkıp ne zaman kaybolacağı ve ne olduğu belirsiz olan kuyruklu yıldızlar. İnsanın tanımlayamadığı şeylerden korkmasının bir ürünü olarak antik her toplumda kuyruklu yıldız, toplumun başına gelecek bir felakete işaret ediyordu. Tıpkı bir yanardağın faaliyete geçmesi gibi, kozmik haritayı bozan bu cisimleri, kızgın tanrı göndermiş olmalıydı. Mısır’da bu felaket kuraklık ve Nil’in taşmaması – dolayısıyla kıtlık – iken, İnka’da kralın ölümü, Mezopotamya’da salgın hastalık demekti. Hatta Çin’de kuyruklu yıldızın iki kuyruklu mu üç kuyruklu mu yoksa dört kuyruklu mu olduğuna göre beklenen felaketi sınıflandırmışlardı. İngilizcede felaket anlamına gelen disaster (dis – aster), antik Yunancada “kötü yıldız” anlamına gelir.

Halley Kuyruklu Yıldızı • Kozmik Anafor

Aradan binlerce yıl geçtikten sonra, 1684 yılının Ağustos ayında, Edmond Halley ile Isaac Newton’un Cambridge’te yaptıkları görüşme, kuyruklu yıldıza dair kasvetli gizem perdesini nihayet araladı. Halley’in finanse ettiği, Newton’un yazdığı Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri başlığı ile yayımlanan kitap, kütle çekim kuramı ile elma, kuyruk yıldız, gezegen, asteroid, yıldız, galaksi, kısaca tüm kozmosa dair temel hareket prensiplerini ortaya koydu. Basılmasında yardımcı olduğu kitabın bilgilerini ve tarihi belgelerden kuyruklu yıldızların görülme kayıtlarını kullanan Halley, her 76 yılda bir, aynı kuyruklu yıldızın Dünyadan görülecek şekilde Güneş Sistemi’nin merkezine yaklaştığını fark etti. Ve daha önce anlam arayışı çerçevesinde cevap öne süren hiçbir dinin yapamadığı bir şeyi yaparak, 1758 yılının sonunda gökyüzünün belirli bir bölgesinden aynı kuyruklu yıldızın geçeceği kehanetinde bulundu. Ve o kuyruklu yıldız tam olarak söylediği gibi, o yıl o yörüngeden geçti..

1950 yılında Jan Hendrik Oort adında Hollandalı gökbilimci tarafından keşfedilen Oort Bulutu, Güneş Sistemi’nin – Plüton’dan da milyonlarca kilometre ötede – bu kaya parçaları ile kaplı olduğu gerçeğini ortaya koydu. Bu gün Halley Kuyruklu Yıldızı adını verdiğimiz cismin de, kendisi gibi milyonlarcası ile birlikte o buluttan, muhtemelen Jüpiter’in kütle çekimi etkisi ile her 76 yılda bir Güneş Sistemi’nin merkezine doğru bir yörünge izleyip geri döndüğünü biliyoruz. İçerisinde çokça su molekülü barındıran bu donuk kaya parçası, Güneşe yaklaştıkça ısınıp, arkasında toz ve buhar karışımı muhteşem bir kuyruk bırakıyor ve nefesimizi kesen o görüntüyü oluşturuyor. Arayışımızın binlerce yıllık bir bilmecesini nihayet çözmüş durumdayız. Kuyruklu yıldızların artık hiçbir kültürde gizemli veya mistik bir yanı yok. Peki, henüz çözemediğimiz ve tıpkı antik toplumların kuyruklu yıldız bilmecesi gibi aynı yanılgı içerisinde – sırf biz henüz gizemini çözemediğimiz için – ilahi bir güce atfettiğimiz diğer arayışlarımız ne olacak?

Günümüzde gerek antik, gerekse Semavi dinler, en günceli 1400 yıl öncesinin bilgi birikimi ile oluştuğu için, bu gün bize gizemli gelmeyen pek çok ayrıntı içerir ve bu ayrıntılar,  söz konusu dinleri inceleyen bir grup insanın, dine giderek daha fazla soru işareti ile bakmasına sebep olur. Bu yolculuğun sonunda varılan nokta, deizm olarak tanımladığımız ve kutsal kabul edilen kitapların insan eliyle yazılmış veya değiştirilmiş olduğunu iddia eden duruştur. Deist insanlar, tanrı olgusunu göz ardı etmemekle birlikte, dini kitapların ve ritüellerin tutarsızlıklarının farkındadır ve bu yüzden bunları reddederler. Bu insanlara dinleri reddetmelerine rağmen neden tanrıya inandıkları sorulduğundaysa, tüm bu muazzam oluşumun bir yaratıcı kavramı olmadan açıklanamayacağı cevabını verirler. Doğanın elinden alınan “bir tetikleyiciye muhtaç olmadan var olabilme” özelliğinin, neden tanrı olgusuna bu kadar cömertçe verilebildiği ise bir soru işaretidir. Bu muazzam oluşum bir tetikleyiciye muhtaç ise, tetikleyici neden başka bir tetikleyiciye muhtaç değildir? Veya tetikleyiciye muhtaç olmamak neden tanrı olgusuna cömertçe verilebilirken doğanın kendisine verilmez? Günümüz bilimsel gerçekleri ile bu deist konsept birleştirildiğinde ise, bilimsel olarak her şeyin başlangıcı kabul edilen Büyük Patlama – Big Bang – olayının tetikleyicisi neydi? Sorusunun cevabı olmuş olur “tanrı”.

Bundan 5 bin yıl önce, kuyruklu yıldızı bize getiren “şey”, semaya bu parıltılı cisimleri yerleştirip, bize bu harita ile mesaj veren “şey” veya daha da geçmişe gittiğimizde patlayıp etrafa dumanlar ve ateşler saçan “şey”’dir tanrı. İşte aslında tam da burada denilebilir ki, tanrı “hacmi her bilimsel keşif ile giderek daralan bilimsel cehalet”tir.

Entelektüel Gelişimin Önünde Bir Engel:

Yukarıda, tarih boyunca cevap arayışı içinde olan insanlığın, cevabını bulamadığı soruları nasıl tanrı olgusuna bağladığını gördük. Neden-sonuç ilişkisi içinde, her şeyin bir nedeninin olması gerektiği düşüncesi, nedeni bulamadığımızda huzursuz hissetmemize neden oldu. Medeniyetimizin bu güne kadar gelmesini sağlayan bu meraklılık, aynı zamanda toplumsal lanetimiz oldu. Çünkü nedenini bulamadığımız olgular, bizi tanrı kavramına itti ve tanrının varlığı, beraberinde bir takım kurallar, cezalar ve ödüllendirmeler getirdi. Bu tabii ki toplumsal düzeni kurmakta yardımcı bir aktörken, toplumsal düzenin hangi dinamikler üzerine kurulduğu sorununu da doğurdu. Yanardağın patlamasını öfkeli boğa tanrısını kızdıracak bir şeylerin yapılmış olmasına – veya İzmir depremini İzmir’de yaşayan insanların “dinsizliğine” – bağlayanlar, volkanik hareketler ve depremler gibi korkunç doğa olaylarının gücünü kullanarak büyük kitleler üzerinde hâkimiyet sağlayabildi.

Her insan bilim insanı olarak doğar. Her çocuk sonsuz bir merak içindedir ve kimi zaman ebeveynlerine bıkkınlık verecek derecede “bu ne”, “neden” ve “niye” sorularını sorarlar. Cevaplar bir noktada tanrısal kökenden gelmeye başladığında ise problem başlar. Tanrı kökeninden gelen cevaplar ile bilgi birikimimiz sayesinde açıkladığımız neden – sonuç ilişkisine dayalı cevapların ortak bir özelliği vardır; iki cevap türünde de merakımız giderildiği için tatmin oluruz. İki cevabı ayrıştıran özellik ise, tanrı kökenine dayalı cevaplar hiçbir çaba gerektirmezken, bilimsel cevaplar için belki bin yıllarca süren çaba gereklidir.

Çocukluğumuzda merakımızı gidermek için sorduğumuz soruların giderek karmaşıklaşması ve bazı soruların hali hazırda bilimsel bir cevabı olsa bile bu cevabın anlaşılmasının çok zor olması, bizi kolay cevaplara iter. Gökyüzü neden mavidir? Sorusunun, “tanrı öyle yaratmış” kadar basit ve tatmin edici bir cevabı mevcuttur. Bir de Güneşten gelen ışık, değişik dalga boylarında bir demetten oluşur ve bu demetteki en kısa dalga boylu mavi ışınlar atmosfere giriş yaptıklarında diğer ışınlara göre daha hızlı yayılırlar, bu sebeple mavi ışık, atmosferimizde en fazla saçılan ışıktır ve nihayet gökyüzü bu sebeple mavidir” şeklinde ve aynı tatmin edicilikte bir başka cevabı daha mevcuttur. (Işınların dalga olarak hareketi ve atmosferdeki parçacıklarla etkileşimleri üzerine kuantum düzeyinde bir başka ve çok daha karmaşık bir açıklama da var, ancak bunu açıklayabilecek yetkinliğe sahip olmadığım için yukarıdaki açıklama ile cevabı bırakıyor ve merak edenlerin bu cevabı kendilerinin araştırmasını tavsiye ediyorum.)

Buradaki asıl konu, yukarıdaki cevaplardan herhangi birinin diğerinden daha üstün olmadığı gerçeğidir. Entelektüel birikim arttıkça, ilk cevaptan ikincisine, ikincisinden üçüncüsüne yönelik bir hareket söz konusu olsa da, bin yıllardır var olan arayışımızdaki neden-sonuç sorgusunu bu üç cevap da aynı ölçüde tatmin etmektedir. Bu da tüm dünyada insanların büyük çoğunluğunun, ilk cevap ile yetinmesi anlamına gelir. Susuzluğunuzu tamamen giderdiğinizde, önünüzde duran bir bardak suya olan ilginizin artık olmayışı gibi, cevap aradığınız sorunun cevabını bulduğunuzu düşündüğünüzde, yeni cevaplara artık ilginiz kalmaz. Küçük yaşlarda edinilen bu kolay cevap ile tatmin olma eğilimi, toplumların entelektüel gelişiminin önündeki en büyük engeldir. Dini öğretilerin ahlaki dereceleri, toplumsal düzenlemeleri veya birleştirici – kutuplaştırıcı özellikleri toplumsal yaşantıda sanıldığı kadar olumsuz sonuçlar doğurmaz. Tipik bir Anadolu şehrinde karşılaşacağınız “adam vergi kaçırıyor, Cuma Namazına herkesten önce koşuyor” gibi ahlaki tutarsızlıklardan duyulan şikâyet de, sosyalist kesimin dinin toplumları sınıflara bölerek kapitalin çıkarına işlediği yönündeki şikâyeti de, Cami – Cem Evi zıtlaşmaları da tüm bu şikâyetlere konu veya taraf olan insanlar yeterli entelektüel birikime sahip olduğunda, üstesinden gelinebilecek problemlerdir. Din ve tanrı olgularının toplumsal yaşantıya verdiği en büyük hasar, entelektüel gelişimin önüne set çekmesi ve insan merakını basit cevaplar ile tatmin etmesidir.

Eğitimin özü, içerisinde bulunulan çağın olası sorunlarına yönelik cevapları genç beyinlere aktarmak değil, hangi çağda olunursa olunsun herhangi bir sorun hakkında meraklı, araştırmacı ve şüpheci olmayı aşılamaktır. Bunu idrak eden nesiller yetiştiğinde, kimin hangi dine mensup, teist, deist, ateist, şu kökenli bu kökenli olduğu önemsizleşir ve bunlar, yaşa – yaşat çerçevesinde saygı duyulan farklılıklar olarak kalır. Bilim ve entelektüel birikim, bize içerisinde bulunduğumuz evrene dair pek çok bilgi verebilir, bu bilgilerin bizde yarattığı mana ise özneldir. Hayata ve varoluşa dair arayışın cevaplarının sorgulamada yattığı, bu nesnel cevapların da her bir bireyde öznel ve biricik etkilerinin olduğu düşüncesi, ancak entelektüel birikim ve bilimsel sorgulamanın var olduğu beyinlerde yeşerebilir. Görüşlere gerçekten saygı duyabilmek de, ancak bu ön koşul sağlandığında mümkündür. Kendi arayışında başkalarından öğrendiği cevapların tek ve sorgulanamaz olduğu öğretisi ile büyüyen bireyde ise, farklı görüşler için tahammül, maalesef minimum düzeydedir. Çünkü yanardağın patlamasından herkes korkar. Ve patlamanın nedeni olarak içinizden birilerinin kötülük yaptığına ve yanardağı kızdırdığına inandığınızda, korkunuz sizi kötülük yaptığına inandığınız kişiyi imha etmeye iter.

Sorguyla, sevgiyle kalın.

Yorum bırakın