Toplumda bireylerin rolünün ancak nadir vakalarla sınırlı kalmakla birlikte etkili olabildiği, toplumsal olayların ve davranış biçim hatlarının belirlenmesi için toplu halde hareket edilmesi gerektiği, bu hareket tarzının daha efektif olduğu fikri hepimizce kabul görmüş bir fikir. Öte yandan üzerinde biraz düşününce, başarıya ulaşan – başarıya ulaşmaya mahkûm da diyebiliriz – toplumsal değişimler, ne bireysel ne de toplumsal hareketlerin sonucudur. Her şeyin zamanla yavaş yavaş evrimleşmesi gibi, toplumsaldan da öte, yaşamsal diyebileceğimiz faktörlerin de evrimleşmesi sonucunda değişen konjonktür, toplumların davranış biçimini belirler. Değişimler de bununla birlikte gelir. X yıl önce yapmanın stratejik olarak değerli olduğu bir hareket, bu gün aynı yararı vermeyebilir, hatta zararlı olabilir veya tam tersi.
Tarihte, bulunduğu dönemin dinamiklerini kavramayı ve buna yönelik açıklama ve davranış biçimleri geliştirmeyi başarmış düşünürlerin etkileri hep çok güçlü olmuştur. Ancak burada bu gücü yaratan, düşünürün kendisinden çok, dönemin konjonktürüdür. 1870 yılında Sudan’da kendisini Mehdi olarak tanıtan Muhammed Ahmed, aslında aşağı yukarı İslam peygamberi Ebul-Kasım Muhammed’in 7.yy’da söylediklerinden farklı bir şey söylemedi. Sudan’ın İslam şartlarınca yaşaması vaadiyle taraftar toplamaya çalışan Muhammed Ahmed, ülkeyi bir iç savaşa sürüklemeyi başarmış olsa da, neticede yaymaya çalıştığı fikir, bu gün pek az insanca bilinir ve ismi İslam peygamberinin isminin yanında oldukça önemsizdir. Aynı görüşü savunan iki isimden bir tanesi başarılı bir devrim gerçekleştirip, bir medeniyet inşa edip, bu gün 2.1 milyar insanca huşu içinde anılabiliyorken, diğerinin neden adı bile bilinmez? Benzer şekilde, Karl Marx ve Friedrich Engels’in ortaya attığı Marksizm, bu gün neden fantastik bir ütopyadan daha ileri gidemez? Bu – ve türetebileceğimiz benzeri pek çok – sorunun cevabı oldukça basit: Konjonktür.
Ebul-Kasım Muhammed, döneminin Ortadoğu coğrafyasında olup bitenleri, özellikle ekonomik temelde çok iyi analiz edebildiği için, ortaya attığı dini kurallar ve değerler bütünü, hem işlevsel hem de çözümcüydü. Muhammed Ahmed, aynı fikirleri, bambaşka bir konjonktürün hâkim olduğu 19.yy’da yaymaya çalıştığında, elinde bir grup fanatik dışında kimse olmadı, çünkü fikirleri o günün dinamiklerini açıklamaya yetmiyordu. Bu gün de İncil’in – sonuncusu 2005 yılında olmak üzere – toplamda 7 kez yenilenmiş olması da, Kur’an’ın yenilenememesi sıkıntısından dolayı ülkemizde diyanetin sürekli Kur’an’a göre güncel soruları açıklamaya çalışmak için didinmesi de bundandır. Marx’ın sanayi toplumunun dinamiklerini nokta atışı doğru tespit eden ve tüm dünyayı kasıp kavuran Das Kapital’inin bu gün fantastik bir kitap tadında kalması da bundandır. Tevrat, İncil, Kur’an veya Das Kapital, günümüzün dinamiklerini anlatmaya yetemiyorlar, bu kitapların savunucuları veya inananları da ya günlük yaşantılarında karşılaştıkları ikilemleri görmezden gelmeye çalışıyorlar, ya da ellerindeki rehber kitabın öğrettikleri ile açıklamaya yönelik umutsuz bir teşebbüse kalkışıyorlar. Günümüz dinamiklerine yönelik gerçekçi ve açıklayıcı bir kitap arıyorsanız, Harari’nin Homo Deus’una göz atabilirsiniz, iddia ediyorum, yukarıdaki kitaplardan çok daha açıklayıcı ve tutarlı gelecektir.
Toplumların değer yargıları çerçevesinde yapılmaması gereken veya yapıldığında toplumun gücüne giden konseptler, toplumun o günkü çıkarlarına göre evrimleşir ve toplumlar, kesik kesik fikirler ile ilerlemezler, ilerleme geçmişten günümüze, oldukça yavaş bir yığılma halinde gelir. Tarihte yaşanan Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi veya dünya savaşları gibi kırılma anları da bu yığılmanın, eski toplum dinamiklerince baskı altında tutulduğunda bir müddet sonra çatlayarak deprem yaratmasıdır. Bu yüzden günümüz sorunlarını anlamak ve çözümü için neler yapılabileceğini düşünmek için, zaman nehrinde yüzen toplumun bu anki çalkantılarına değil, geçmişin dalgalarına ve kıvrımlarına bakmamız gerekir. Günümüzde de özellikle “kadına şiddet” sorunu üzerinden oldukça yoğun bir şekilde tartışılan ve değiştirilmek istenen bir şiddet probleminin varlığından ne yazık ki söz edebiliyoruz. Kadına şiddete engel olma konusunda yapılan yürüyüşlerin, gösterilerin, başlatılan kampanyaların bu problemi çözmekteki etkisi nedir sizce? Bu blogta yazarken yanlış anlaşılacağımı en çok düşündüğüm, ancak yine de üstün anlayışınıza sığınarak yazmaya karar verdiğim cevap şu: Hiç. Bu yürüyüşü düzenleyenlerin, kadına şiddete hayır diyerek oldukça haklı bir temenniyi gökyüzüne doğru haykıranların, bu uğurda kendi bireysel geleceklerini tehlikeye atanların, cesaretlerine saygım sonsuz. Ancak bu eylemleri ortaçağda yapmayı deneselerdi hepsi cadı olmakla suçlanarak yakılıp öldürüleceklerdi. Gelin şiddet ile alakalı bu dinamiğe bir de bu açıdan bakalım.

Kadına şiddetten bahsedebilmek için biraz fazlaca geriye gideceğiz önce; yaklaşık 2,5 milyon yıl öncesinin Afrika’sına. Afrika’da ilk olarak o dönemde yaşadıkları tespit edilen insan atalarının, kuraklıktan dolayı seyrelen ağaçların arasındaki mesafeyi, savana üzerinde tehlikeli yırtıcılara kolay hedef oldukları halde geçmek zorunda kalan kuyruksuz maymunların arasından evrimleştikleri bilinmektedir. İki ayağının üzerine dikilebilip daha yukarıdan çevreyi süzenlerin, gelen avcıyı dört ayak üzerinde bu yolu aşmaya çalışan soydaşlarından daha önce fark edebilmesi sonucu her geçen nesilde evrimleşerek bu günkü anatomiye ulaştıklarını da biliyoruz. Ancak bu şekilde iki ayak üzerinde durmanın, bel ve boyun ağrılarının yanı sıra, özellikle insan dişisinde korkunç bir bedeli oldu. Kalçası ve döl yatağı daralan dişinin, beyni vücuduna göre hali hazırda çok büyük olan yavrusunu doğururken, hem kendisi hem yavrusu ölüyor, bu şekilde genlerini bir sonraki nesle aktaramıyordu. Şans eseri prematüre doğum yapan dişilerin ise, hem kendileri hem de bebekleri hayatta kalıyordu. Ancak diğer tüm memeli yavrularından farklı olarak, doğumundan sonra büyük bir ilgi ve bakıma muhtaç olan yavru ve doğal olarak anne, anneyi bebeği büyüyünceye kadar etrafındaki toplumun yardımına muhtaç kıldı. Bu sürecin sonunda toplumun eril bireylerinde, dişilere gereken yardımı sağlayabileceklerini kanıtlamak için nesiller boyu rekabetçilik ve hırçınlık seçilim sebebiyken, dişilerde rekabetçilik ve hırçınlık tam tersi olarak dişinin ve yavrunun bakılmasına sosyal engel oluşturduğu için, dişilerde toplumsal uyum ve naiflik seçilim sebebi oldu. Kadın ve erkeğin bireysel değil ancak cinsel bu ayrımı erkeğin bazı konularda daha iyi, kadının bazı konularda daha iyi, iki cinsin de belirli konularda birbirlerine göre daha kötü olmaları ile sonuçlandı. Buraya kadar evrimsel biyoloji ve evrimsel sosyoloji ile açıkladığımız bu olgu, sonrasında dünya üzerindeki nüfusun artması ve kıt kaynaklar problemi ile sürekli olarak çıkan savaşlar neticesinde toplumsal rol bakımından kadının aleyhine sonuçlandı.
Burada asıl sorun, günümüzde kadına şiddetin artmış olması değil, fark edilmiş olmasıdır. Kadına yönelik şiddet, tarihimiz boyunca en düşük seviyesinde. – Evet, ben de hiç olmamasını isterim ancak buraya kadar temennilerden değil dinamiklerden bahsettik. – Gözünüzün önüne antik bir toplumu getirin. Bireysel istisnaların dışında tarih sayfalarına baktığımızda kız çocukları diri diri toprağa gömülürken, tüm o savaşlarda, kahramanlık hikâyelerinde ve diğer konularda başrol hep erkeklerindir. Bunun en büyük sebebi, o günlerin konjonktüründe, kadın da bu hikâyelerde oldukça önemli roller üstlense de, buna değinmenin bir faydasının olduğunun fark edilemeyişi veya değinmemenin zararının görülmemesiydi. O dönemde kadına şiddet olgusunun vurgulanması gereken bir olgu olduğunu bile düşünmemişti kimse. Sanayi Devrimi de dâhil, 20.yy’ın ikinci yarısına kadar hiçbir üretim mekanizması, kadınla erkeğe eşit derecede verimli olma olanağı sunmuyordu. Günümüzde de hukuk, tıp, öğretmenlik gibi meslek kollarında hemen hemen arzu edilen kadın erkek istihdam eşitliği yakalanmış olsa da, maden ocağında çalışmak gibi işlerde halen tamamen erkek işgücünün kullanılması, yukarıda değindiğim nedendendir. Bu gün bir toplantıyı yönetmek, bir seminer vermek veya bir davayı kazanmak kadın ve erkeğin eşit – hatta pek çok alanda bu kez konjonktürün kadının tarihsel silahlarını daha önemli kılan günlere evrilmesinden dolayı kadınların daha verimli olduğu gerçeğini vurgulamak isterim – verimliliği ile gerçekleştirilebilir. Ancak bir demir atölyesinde çalışmak, petrol kuyusu kazmak, savaşa çıkmak, inşaat işlerinde çalışmak gibi tarihsel işlerde bu günün konjonktüründen önce hep erkeğe ihtiyaç duyuluyordu. Şimdi ise bir çıkar çatışması söz konusu, artık kadının eli hiç olmadığı kadar güçlü, çünkü kadına şiddet uygulamak, toplumun üretimden yönetime, her alandaki çıkarına ters düşüyor. Bu yüzden de bu konu günümüzde özellikle gündemde yer alıyor.
Romantik bir bakış açısıyla bir kadının şiddete maruz kalması başlı başına bir trajedi diyebilirsiniz haklı olarak, size katılmak ile birlikte maalesef trajedi olgusunu vurgulamanın sorunları çözmediğini belirtmek isterim. Daha da önemlisi, şiddetin kadına yönelik olanı diye bir ayrım olamayacağını, şiddetin her türlüsünün kaçınılması gereken bir durum olduğunu da hatırlatırım. Bu yıl şu kadar, bu ay bu kadar kadın şiddet gördü yazılarını hep utanç verici bulmuşumdur, aynı tarih aralıklarında kaç erkeğin, kaç kedinin, kaç köpeğin şiddete maruz kaldığından bahsetmezler çünkü. Şiddet gören taraf olunduğunda, her varlık “savunmasız” olduğu için bu işin kadını-erkeği yoktur. Sloganımızı güncelleyerek “Şiddete Hayır” diyebilmeliyiz, başına “Kadına” eklememize gerek yok.
Bu yazının sonuna gelirken, size bir kötü bir iyi haberim var. Kötü haber, bireysel de olsa, toplumsal da olsa, bir konuda ne kadar kampanya yaptığınız, hangi tweetleri attığınız, nereyi imzaladığınız pek de önemli değil. Rahatsız olduğunuz bir olguya karşı çabaladığınızı bilmenin haklı tatmini dışında. Çünkü toplumların değer yargılarını yalnızca konjonktür değiştirebilir. Ve konjonktürü bireylerin veya toplumların çığlıkları değil, tarihsel yığılımlar ve güncel imkânlar belirler. İyi haber ise, konjonktür büyük bir hızla kadına yönelik şiddetin azalmasının toplumun faydasına olacağı yöne doğru evriliyor. Üretimde kas yerine zekânın kullanılması, zaten politik ve sosyal yetenekleri güçlü olan kadınların, giderek daha fazla sektörde önemli rol üstlenmesi, siz arkanıza yaslanıp kadına şiddet haberlerini üzülerek izleseniz de, kadına şiddete hayır diye sokakları doldursanız da, bu eylemlerinizden bağımsız ve kaçınılmaz olarak şiddeti bitirecek. İnsan olarak etrafımızdaki olayların katılımcısı olma arzumuzdan Bağlanmak Üzerine isimli yazımda bahsetmiştim. Ben de şiddetin her türlüsüne karşı olan – hatta kadının toplumsal hayattaki hareket alanı konulu seminerlere katılmış, kadına şiddete hayır yürüyüşlerinde bulunmuş – biri olarak, sesimi çıkartmaya devam edeceğim. Çünkü böylesi bir soruna karşı oluşan bir toplumsal harekete bağlanmamak vicdanımı zedeler. Sadece içerisinde bulunduğum eylemin işlevselliğinden ziyade, vicdani tatmini ön planda benim için. Ayrıca bir protestoda bulunurken bir şeylerin değişeceği beklentisini ve kibrini bir kenara bırakmış olmak, protestoda bulunmamızın önünde engel değil.
Yine de hayat pek çok zaman, bizden, vicdanımızdan ve yapabileceklerimizden çok daha büyük.