Popüler Kültür ve Doyumsuzluk

Midnight in Paris filmini pek çoğumuz izlemişizdir. Günümüzde yaşayan vasat bir yazar, Paris’te bir gece yarısı kendisini almaya gelen bir araba ile büyük hayranlık beslediği Hamingway, Picasso gibi sanatçıların dönemine zamanda yolculuk eder. Kendi yaptığı da dâhil, günümüz sanatını yavan bulan yazar, efsanevi yazarların arasında kendine yer edinir ve onları daha yakından tanımaya başlar. Nihayet kendi deyimiyle “Altın Çağ” olarak adlandırdığı dönemin sanatçılarının da, tıpkı kendisinin hissettiği gibi geçmişe bir tutku beslediğini keşfeder.

Gerçekten, “ah nerede o eski…” diye başlayan cümleler, insan zamanın ve kendisinin farkında olduğu her an kullanılıyor muydu yoksa modern dönemin yaygın bir serzenişi olarak mı çıkıyor karşımıza? “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” gibi örneklerde görebileceğimiz gibi geçmişe duyulan tahassür, kökleri oldukça eskiye uzanan bir olgu. Bununla beraber, bu gün içerisinde hapsolduğumuz birkaç dinamik, günümüzde bu tutumu biraz daha yaygınlaştırmış gibi duruyor.

Aşağıda bu olguyu önce piyasa ve üretim-tüketim zihniyetine değinerek, sonrasında planlı eskitme kavramından bahsederek, nihayet tüm bu dinamiklerin popüler kültürü neden ve nasıl etkilediğini ve günümüzde oldukça haklı olarak neden “ah nerede o eski…” diye başlayan cümleleri daha sık kurar olduğumuzu anlatmaya çalışacağım.

Popüler kültürün 21. Yüzyılda önümüze koyduğu ürünlerin temel özelliği günümüzün mecburi bir üretim ihtiyacının sonucu olmalarıdır. Üretim ile kültürün ne alakası var diyebilirsiniz ancak ilerleyen yazılarda daha derin anlatacağım üzere bu ikisi bir döngüdür. 21. Yüzyıla dek üretimde asıl sorun üretimin kendisiydi. Hemen her ürün için talep fazlası söz konusuydu ve tarım devriminden kölelik sistemine, sanayi devriminden Fordizm’e kadar tüm yenilik hareketleri, arzı artırma motivasyonu ile gerçekleşmişti. Günümüzde ise çok daha farklı bir olgu dört yanımızı sarmış durumda: Talep azlığı veya diğer bir deyişle arz fazlası. Elbette spesifik olarak inceleme yapıldığında her piyasa elemanı için bu doğru değil, burada daha çok üretime kuş bakışı bakmanızı rica ediyorum.

21. yüzyılda pazarlama kavramının satış kavramından ayrılmasının en temel sebebi, “bir ürünü makul olan ve piyasanın üzerinde hem fikir olduğu fiyatı üzerinden alıcı ile buluşturma” diyebileceğimiz satış eyleminin yöntemsel uzantısı olarak görülen pazarlama kavramının, “alıcı – ya da müşteri – üretme eylemi” olarak kendisini satıştan kopartan bir disiplin haline gelmesidir. Artık pazarlama departmanlarındaki onlarca çalışan, talep yaratma hedefi ile çalışıyor, satış yapma hedefiyle değil.

Hepimiz meşhur Nokia 3310 cep telefonunun sağlamlığını ve eskimezliğini konu alan espriler yapmış veya duymuşuzdur. Şu gün imkân olup alabilsek, rahat rahat 8-9 yıl kullanabileceğimiz dayanıklılıkta bir cep telefonundan bahsediyoruz. Bu gün çok daha gelişmiş olan teknoloji ile üretildiği halde maksimum 3-4 yıl sonra kullanılmaz hale gelen cep telefonları bize neyi anlatıyor? Gelin, çok sevdiğim Youtube içerik üreticisi Barış Özcan’ın da yardımları ile hep birlikte takvimleri biraz geriye saralım:

Popüler Kültürün İçinde Yaşadığımız Şeylere Bakıp Hayatımızı Sorgulatan  Çizimler - Ekşi Şeyler



Özcan’ın “117 Yıldır Yanan Ampul” (söz konusu video 2018 yılında yayınlandığı için günümüze uyarlarsak 120 yıldır yanan ampul olarak revize edebiliriz başlığı) başlıklı videosunda bahsettiği bir kavram var: Planlı eskitme. 1901 yılında üretilmiş olan video konusu ampul, ABD’de bir itfaiye merkezinde, gerçekten de tamı tamına 120 yıldır hiç arızalanmadan yanmaya devam ediyor. Böyle bir ürün o günün teknolojisi ile üretilebiliyorken, neden günümüzde bu ampulleri raflarda bulamıyoruz? 1925 yılından bir gazete reklam kupüründe “Quality Lamps” kaliteli lambalar sloganı ile verilen reklamın, 1000 saatlik(41 gün) ampul ömrüyle övündüğünü görüyoruz. Peki, 120 yıldır yanan lambanın üretiminden 24 sene sonra çıkan bu reklamın absürtlüğü nereden ileri geliyor?

23 Aralık 1924 yılında dünyanın en büyük ampul üreticileri tarafından S.A. Phoebus adında bir ampul karteli kuruluyor. Kurulan bu kartelin aldığı ilk karar ise, “Dünyada üretilen tüm ampullerin ömrünün 1000 saate indirilmesi!” oluyor. İcat edildiği ilk yıllarda bile ömrü 1500 saatten fazla olan ampullerin, planlı ve sistematik bir şekilde ömrünün sınırlandırılması yine yukarıda değindiğim ve günümüz pazarlamacılarının rüyalarına giren kapıya çıkıyor:  “Talep yaratma.” Biraz fazla dağıldık, daha buralardan popüler kültüre döneceğiz ancak izninizle bir örnek daha vererek bu planlı eskitme kavramını pekiştirmek istiyorum: 1940’lı yıllarda dünyanın yeni tanıştığı bir ürün var: Naylon çorap. O kadar kullanışlı ve o kadar sağlam ki, ürün piyasaya sürüldüğünde bu ürünü satan mağazaların kapılarında kadınlar saatlerce sıra bekliyorlar. Bu çoraplar defalarca yıkanabiliyor, kullanımı kolay, yırtılmıyor, eskimiyor, kısacası tam bir mühendislik şaheseri. Hatta erkekler de bu naylon çoraplardan bir tane edinip, arabalarının bagajlarına koyuyorlar, olur da arabaları yolda kalırsa çekme halatı olarak bu çorapları kullanıyorlar ve çoraplar bu zorlu görevin dahi üstesinden gelebiliyor. Lakin birkaç yıl sonra çorapları üreterek büyük bir servet kazanan şirketin başına bir felaket geliyor: “Pazar doygunluğu”. Birkaç yıl öncesine kadar, mağazaların önünde satış günü tamı tamına 40 bin kişinin kuyruk oluşturduğu ürüne olan talep, aniden düşüyor. Çünkü ürünleri gerçekten – 120 yıldır yanan ampul gibi – çok sağlam. Nihayet bu çorapları üreten firma, aynı mühendislerine bu kez, çorapları zayıflatmaları için talimat veriyor ve günümüzün “çorabım kaçtı” felaketi, maalesef tüm kadınlarımızın günlük literatürüne muzip bir giriş yapıyor.

Evet, naylon çorapta da, ampulde de, cep telefonlarında da gördüğümüz bu planlı eskitme kavramının, evirilerek 21. Yüzyıl üretim zihniyetinin bu kaçınılmaz noktasına vardığını görüyoruz. Talep yaratma. Ama öyle bir yıl iki yıl değil, sürekli talep yaratma. İşte popüler üretim anlayışı bu temel üzerine inşa edilmiş durumda ve hayatımızın her yanından bizi öylesine sıkmış durumda ki bu temel, Midnight in Paris filmi fiziksel olarak hissettiğimiz ucuzlaşmanın ve kalitesizliğin sanatsal bir yorumu olarak her birimizin empati yaptığı bir esere dönüşüyor. Üretim dediğimde aklımıza ilk etapta endüstri ürünleri geliyor olabilir, ancak filmde de işlendiği üzere, kültür ürünlerinde de bu durum söz konusu.

Bir malın kalitesini belirleyen şey, üretiminde harcanan zamandır. Bir BMW aracı ortalama olarak 3 dakikada ham çelikten bir arabaya dönüşürken, bir Rolls Royce için aynı süre 450 saattir. Ve biz tam da bu kriterden dolayı bir Rolls Royce gördüğümüzde onun ne kadar kaliteli olduğunu düşünürüz. Aynı şekilde, Stephenie Meyer’ın kaleme aldığı ve dönemini kasıp kavuran Twilight – 4 kitap – serisi fantastik romanlar, totalde 4 yılda yazılmışken, Tolkien’in yine aynı dalda bulunan The Lord of The Rings – 3 kitap – serisi 17 yılda kaleme alınmıştır. Tears of Fears grubu, Mad World adlı şarkısını yazarken tek bir cümlenin üzerinde tam bir yıl düşünmüşken – affınıza sığınarak, yazmadan geçemeyeceğim “And i find it kind of funny, i find it kind of sad: the dreams in which im dying are the best i have ever had.”, – günümüzde piyasaları çok daha fazla sarsan, döneminin izlenme rekorlarını alt-üst eden ve anında popüler olan Gangnam Style (okurken buraya geldiğinizde “aaa evet bir ara bu şarkı vardı” dediğinizi duyar gibiyim) 1 haftalık bir emeğin sonucudur. Yine müzik konusunda yapılan bir araştırma 70’ler 80’lerde bir şarkının introsunun ortalama 1 dakika sürdüğünü, günümüzde bu sürenin 7-8 saniyelere kadar gerilediğini, 70’ler 80’lerde piyasaya çıkan şarkılarda ortalama 3 kere nakarat bölümü olmasına karşın günümüzde 5-6 nakarat yer aldığını maalesef ortaya koydu.

Yazının başından beri çeşitli örneklerle popülerlik dediğimiz kavramın tek ve basit bir temele oturduğunu ifade etmeye çalıştım: Tüketilmek ancak doyurmamak. Ama “hızlı” tüketilebilmek ve asla doyurmamak. Bu yüzden günümüzde popüler şarkıların en heyecan verici kısımları olan nakaratlar bu denli fazla ve en sıkıcı kısımları olan introlar bu denli kısa. Ancak 120 yıldır yanan ampul gibi veya banttan 450 saatte çıkan Rolls Royce gibi, eski romanlarda, eski şarkılarda, eski filmlerde, bizde bu günkü muadillerinin asla yaratamadığı bir etkileyicilik buluyoruz. Çünkü hızlı tüketilip hiç doyurmamak üzere tasarlanan popüler ürünler, tam anlamıyla “kalitesiz” oluyor. Elbette bu duruma istisnalar – Rolls Royce’un günümüzde de üretim yapması gibi – bulunabilir. Ancak işin özü bu gün “ah nerede o eski…” hissiyatını bu denli hissetmemizin sebebi bu üretim tüketim döngüsü. Kendi adıma, üzerinde yeterli “zaman” harcanmamış ve bir sezon sonra unutulacağını bildiğim hiçbir kültür ögesine saygı duyamıyorum.

Sanat, toplum içindir – sanat, sanat içindir tartışmasının hep, sanatı tam olarak kavrayan bir toplum evrimleşmesi sonucu sanat toplum içindir ile biteceğini hayal ederken, basitleşen topluma ayak uydurabilmek için evrimleşen bir sanat neticesinde sanat toplum içindir olarak bittiğini görmek beni üzüyor. Bu yüzden içtenlikle söylüyorum: “Ah nerede o eski günler…”

Yorum bırakın