Demokrasi, en basit ve küçüklüğümüzden bize ezberletilen hali ile halkın kendi kendini yönetmesini temel alan yönetim biçimi. İyi hatırlıyorum, 11 yaşımda ilk kez duydum bu kavramı. Çok güzel ve çok mantıklı gelmişti. Her insanı ilgilendiren kararlarda, her insanın sözünün olması gerekir. O yıllarda masumdum, – ya da bilgisiz – her insanın kendisini ilgilendiren kararları en doğru şekilde verebileceğine, ya da hadi en azından, insan grupları bir araya geldiğinde ortaya çıkan kararın –çoğunluğun kararının – elbet aklıselime uygun olacağına inanmıştım. Bu yüzden bir metal alıp yaramazca üzerini kazımadan ve altındaki paslı, çürümüş iskeletini görmeden önce, ışıltısıyla ve rengiyle beni mutlu eden oyuncak arabam gibiydi demokrasi benim için. Henüz kafamı kaldırıp etrafıma bakmamıştım, henüz demokrasinin tıpkı komünizm gibi ne denli hayalî ve yalan bir rejim olduğunu görmemiştim. Henüz çocuktum. Bu yüzden bana demokrasiyi anlatan ilkokul öğretmenime dönüp, gerçek dünya sizin verdiğiniz 2 bin 600 yıl öncesinin Atina örneği ile uyuşmuyor öğretmenim diyememiştim.
Neydi ilk kez Helen medeniyetinin göz bebeği Atina’da ortaya çıkan bu muhteşem akım? Bahse konu yıllarda 250-300 bin arasında olduğu bilinen Atina nüfusundan kaç kişinin demokratik söz hakkı vardı biliyor musunuz? Taş çatlasa 40.000. Köleler, kadınlar, köylüler ve dışarıdan göç edenler oy kullanmayı bırakın, fikir dahi beyan edemiyorlardı. Evet, “halkın kendi kendini yönetmesi” anlamına gelen ve bu açıdan bakınca çok güzel görünen bu madalyonun, bir de “halk” olarak tanımlanan kesimin zaten hâlihazırda elit bir azınlık olduğu gerçeğini gizleyen diğer yüzü vardı. Aradan geçen 2 bin 500 yılda, bir hayale kapılıp, Atinalıların yadsımadığı gerçeği yadsıyarak nüfusun tamamına oy hakkı tanıdık. Peki, doğrusu bu mudur gerçekten? Bu günün doğrusu bu mudur? 82 milyon vatandaşın adına, rüştünü ispat edebilmiş olan 55 milyon kişinin kullandığı oy ile varılan netice, doğru netice midir? Hayır.
Nefes bile almadan linç ettiğimiz Aysun Kayacı’nın meşhur “Dağdaki çoban ile benim oyum bir mi?” sorusunun yanlış olan tarafı demokrasinin noksanlığına yaptığı vurgu değil, dağdaki çobanı cahil addeden yanlış genellemesiydi. Dağlarda pek çok çoban olabilir ki şehirlerin en elit mahallerinde yaşayan insanlardan daha bilgili olsun. Ama müsaade buyurursanız Aysun Hanım’ın bu hatasını bir an için görmezden gelerek sözün özüne dönelim isterim.
Yıl 2016, arabayla ufak bir kaza yaptım. Kaporta vs. işleri bittikten sonra sanayide emektar bir boya ustası olan Hüseyin ustaya götürdüm arabayı. Kütahya ilinde hatırı sayılır bir kesimin bakınca kaşlarını çatmasına neden olan 3 küpe sallanıyordu kulağımda, şaşırtmayan bir şekilde Hüseyin usta da çattı kaşlarını. Ama efendidir yine de yurdum insanı, içine atar yadırgayışını, müşteriyi de, misafiri de kırmaz, yüzüne vurmaz yanlış gördüğünü. Çay ikram etti soğuk bir Mart sabahı. Oturdum yanına, iki tekerin üzerine koyulmuş ahşabın üzerinde içtik çaylarımızı ve sigaralarımızı. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler mezunu olduğumu öğrenince, başladı güncel siyasetten konuşmaya. Anlattı da anlattı, ne kadar geliştiğimizi, nereden nereye geldiğimizi, “…Allah…” dedi, “…başımızdakinden razı olsun…”, çıkarttı cebinden Kore malı telefonunu; “Bak oğlum, eskiden bir ürün çıktığı zaman piyasaya, aylar sonra Türkiye’de olurdu. Şimdi anında geliyor bizim elimize de, diğer ülkeler ile aynı gün piyasaya giriyor. Bunu çekemeyip kıskanıyorlar, ama bu ülkenin gerçeği ekmek, yağ, gaz kuyruklarından, bu günlere gelebilmiş olmamızdır.”
O gün anlatamadım Hüseyin ustaya, denedim ama kaşlarını çattıran küpelerim mani oldu beni dinlemesine. Hâlihazırda “çekemeyip kıskananlardandım” onun gözünde. Türkiye’nin; Hüseyin ustanın bahsettiği yağ, gaz ve ekmek kuyruklarının olduğu – 1979 petrol krizinin yaşandığı – sene, dünyanın en büyük 16. Ekonomisi olduğunu, bu gün ise dünyanın en büyük 19. Ekonomisi olduğunu, yani Kore’de üretilen telefonun Avrupa ile aynı anda bizde de piyasaya sürülmesinin bizim başarımız değil, teknolojinin gelişmesi ve telefonu üreten şirketin lojistik çözümlerinin sonucu olduğunu anlatamamıştım.
İki sebebi vardı anlatamamamın. Birincisi, ülkemizde pek çok alanda yetkin kişiler, sahip oldukları yetkinlik dâhilinde otorite kabul edilir, hastaysanız doktora gidersiniz, davalıksanız avukata sorarsınız, araba arıza yapınca sanayideki ustaya götürürsünüz. Ancak herhangi bir futbol takımında teknik direktör, bir iktisatçı veya siyaset bilimciyseniz, bu ülkedeki herkesin ülkenin herhangi bir kulübünü şampiyonlar ligi şampiyonu yapabileceği, kendi gazetesinin kenarına aylık gelirinden giderini çıkartıp bütçe yapabilen herkesin ülkenin ekonomisini düzeltebileceği ve kıraathanelerde memleketin durumunu tartışıp bir iki tane kafa sallama ile onay alan herkesin, siyasette en doğru yorumlamalara sahip olacağı gerçekleri sizi ezer geçer. İkinci olarak sosyal bilimlerde, bir konuda ne kadar okuma yaparsanız, o konu hakkında, birer ikişer cümlelik çıkarımlar yapmanın o denli yanlış olduğunu bilirsiniz, bu bilgi beyninizde bir duvar örer, tek bir doğru olmadığını bildiğiniz bir alanda yorum yapmanın, bile bile yalan söylemek olduğu gerçeği boğazınızı düğümler, susarsınız.

Ben de sustum, Aysun Hanım’ın haklılığı, bu haklılığa rağmen bunun ne benim başarım, ne de Hüseyin ustanın suçu olmadığı gerçeği. Büyük oranda şans, kısmen tercihler ve hayat şartlarının eseri olan neticede, benim siyasi konularda kaçınılmaz olarak Hüseyin ustadan daha bilinçli olmam, benim oyumu Hüseyin ustanın oyundan daha kıymetli kılıyor. Oylar arasındaki farkı, benim kaporta-boya ile alakalı yeni nesil teknolojilerden hangisine yönelmeliyiz? Gibi bir soruya cevap ararken, yine aynı barizlik ile ancak bu sefer Hüseyin ustanın oyunun daha kıymetli olduğu bir yapıda da bulabiliriz. Burada mesele kaportacılığın geleceği söz konusu olduğunda kimsenin bana fikrimi sormadığı halde; küresel konjonktür, teknolojinin yönü, uluslararası dinamikler ve tabii yurt içi sosyolojik yapılar hususlarında eğitimi olmayan Hüseyin ustanın fikrinin alınmasıdır.
Yalnız ülkemizde değil, dünyanın –demokrasi ile yönetildiğini iddia eden – hemen her ülkesinde, -Kuzey Avrupa ülkelerini bu listeye eklemek haksızlık olur- düzenli aralıklarla ve büyük katılım oranları ile seçimler yapılıyor. Sonucunda hangi partinin kazandığı veya kaybettiği değil, hangi sonuç gelirse gelsin; nasıl bir vizyon ile ulusal ve küresel geleceğimize karar verildiği benim asıl endişem. Demokrasi ülkelerin tüm yurttaşlarına oy hakkı veriyor ama tüm yurttaşların neyi oyladıkları hakkında yeterli bilgiye sahip olduklarının garantisini vermiyor.
Bu yüzden sosyalisti, liberali, milliyetçisi, komünisti fark etmeden, coğrafya, kültür, yaşam standardı fark etmeden her ülkede, her toplumda, her kesimde belirli düzeylerde sosyolojik çöküşler görülüyor. “Bu teknoloji hakkında fazla kafa yormamak lazım, nimetlerinden faydalanacaksın, ama üzerinde fazla düşünürsen kafayı yersin.” Açıklamasını yapan ulaştırma ve altyapı bakanının, demokrasinin düzgün işlediği bir ütopyada işini iyi yapamadığı bütün vatandaşlar tarafından fark edilir ve görevine son verilir. Günümüzün eğitimsiz demokrasi gerçeğindeyse, aynı fikri paylaşan bilgisiz kesimler tarafından duygudaşlık ile karşılanıp yükselişe geçtiğini görürsünüz.
Demokrasi, ABD’nin efsane başkanlarından Abraham Lincoln’ün belirttiği çok temel bir prensibe oturur. “Bazı insanları her zaman kandırabilirsiniz, herkesi bazen kandırabilirsiniz ama herkesi her zaman kandıramazsınız.” Elbet bir gün gelir ve yeterli çoğunluk sizin yanlışlarınızın farkına varır ve sizi bulunduğunuz konumdan alır. İlk bakışta sağlıklı gibi görünen bu prensip, toplumlar yeterli sayıda çoğunluğun gerçeğin farkına varmasını beklerken, elimizden kaçıp giden fırsat ve kaynaklarla heba olması gerçeğinin altında maalesef eziliyor. Demokrasi’nin sosyolojik gerçeklere uymayan yapısını, toplum kalıbına oturtmayı deneyerek ne kadar daha vakit kaybedeceğimiz ve bu uğurda ne kadar çok şeyi heba ettiğimiz düşüncesi bazı gecelerde uykumu kaçırıyor.
Demokrasinin tüm bu noksanlıklarına rağmen elimizdeki en ideal yönetim biçimi olduğunu savunanlara bir noktaya kadar katılmak ile birlikte, yukarıda örnekler ile açıklamaya çalıştığım kronik soruna naçizane iki çözüm önerebiliyorum. Birincisi ve daha zor olanı, toplumun her bir bireyini, merakı asla solmayan, gelişime her daim açık, sorgulayan, fikir beyan etmeden önce fikrin altını bilgi ile dolduran bireyler olarak yetiştirmek. Kuzey Avrupa ülkelerinin biraz da düşük nüfuslarının avantajı ile başardıkları şey tam olarak bu. Atinalıların yalnızca bu elit kitleye oy hakkı tanımasını yanlış buluyorsak, oy hakkı tanıdığımız tüm kitleyi bu seviyede eğitmek zorundayız. Aksi halde tabi olduğumuz sistem demokrasi değil, idiokrasi olmaktan öteye gidemiyor maalesef. İkinci ve bence daha etkin çözüm, Aristokrasi. Bir an için tabularımızı bir kenara bırakıp, işi uzmanına bırakmanın adaletli bir yolunu bulduğumuzda, nihai meyvenin demokrasinin gerçekte sunduğundan çok daha fazla toplum yararına olacağının aşikar olduğunu fark ediyoruz.
Eğitimle kalın.