Geçtiğimiz günlerde eski bir dostumla telefonlaştım. Ne zamandır görüşmüyoruz, çok özledim oturalım bir yerde dedi. Velhasıl buluşuldu görüşüldü. Lezzetli muhabbeti ve kıvrak zekâsı ile görüşmediğimiz sürece geliştirdiğim düşüncelerimi paylaşmaktan her zaman keyif aldığım, onun da aynı hislerle benimle konuşmak istediğini bildiğim, mazisi çok eski olan bir sohbet ortamı bizimkisi.
Evrenden konuştuk mesela. Işık hızına çıkıldığında zamanın durmasından konuştuk. Yudum yudum başlayan, lıkır lıkır devam eden bir susamışlığı giderircesine tartıştık. Biz tartışırken kulak misafiri olan biri daha katıldı sohbete. Saatlerce, uzaydaki önemsizliğimizden, dünyada bunu idrak eden düşünür ve liderlerden, siyasetten, yakın tarihten konuştuk, oradan big data ve son teknolojiye geçtik, geleceğin potansiyellerine daldık, Fermi paradoksuna kadar vardık ve acaba insan bu denli evrimleşip bu uygarlık düzeyine gelmeli miydi gerçekten diye sorduk nihayetinde.
Sohbet epey derindi, ama sohbet ederken hissettiğimiz şey daha derindi. Uzun zamandır kafalarımızın içinde bina ettiğimiz fikirlerin, paylaştığımızda bizimle aynı paydada buluşup daha da önemlisi bizi onayan ve takdir eden – bu takdirin de karşımızdakinin zekâsına ve birikimine güvendiğimiz için bizi ayrıca tatmin ettiği – bir diğer kişi ile paylaşılması, insana çok ayrı bir haz veriyor. Benim örneğimde bu uzay, tarih, bilim, siyaset vb idi, bir başka sohbetin konusu bir tv dizisi, bir kitap, başa gelmiş bir olay veya herhangi bir şey olabilir. Bu bir konuşmayı diğerinden daha değerli yapmayacağı gibi birinden alınan hazzı da diğerinden daha fazla yapmaz.
Nihayetinde vardığımız noktada sorduğumuz soru şuydu: İnsan neden bu düşüncelerini, deneyimlerini, hislerini paylaşma ihtiyacı hisseder? Bunun çok basit bir cevabının olduğunu düşünmemekle birlikte, şimdi elinizden tutup sizi o sohbete götüreceğim ve iki dostun muhabbetini, bir parkın içerisindeki heykelleri sırasıyla gezen bir dede-torun tadında girişinden çıkışına güzergâhımız ve duraklarımız ile göstermeye çalışacağım.
Parktaki ilk durağımız ünlü fizikçi Brian Cox’un sempatik heykeli. Cox bir konuşmasında “Hidrojen atomlarına 13.8 milyar yıl süre verdiğinizde, yapabildikleri gerçekten büyüleyici.” der. Cox bu cümlesiyle aslında evrende var olan ilk elementin hidrojen olması, hidrojenin birinci nesil yıldızların merkezindeki aşırı sıcaklık ve basınç altında, çekirdeğinin diğer hidrojen atom çekirdekleri ile kaynaşması sonucu daha ağır elementlere dönüşmesi – bir bakıma evrilmesi – akabinde bu yıldızların patlayarak ikinci nesil – ve gezegenlere sahip olan – yıldızların oluşacağı toz bulutları oluşturması, bu toz bulutlarında oluşan gezegenlerden Goldilock kuşağında bulunanların, bildiğimiz kadarıyla en az birinde yaşamın oluşması ve yaklaşık 3 milyar yıl boyunca bu yaşamın evrilerek nihayetinde bu cümleyi kurabilen ve evrenin anlamını merak eden insana dönüşmesinden bahseder. Evet, uzun bir cümle oldu, ancak bu denli yoğun bir bilimsel perspektifi daha kısa açıklayabilecek cümleyi sohbet akşamında da bulamamıştım, şimdi de bulamıyorum.
Tüm bu evrimin neticesinde ortaya çıkan bilinç sahibi bir varlık olarak “insan”, kendi benliğinin farkında olduğu andan itibaren kaçınılmaz olarak neden sorusunu sormuştur. Neden buradayım? sorusu, tarihin en büyük sırrı olarak süregelmiştir. Bu sorunun cevabı olması umudu ve arayışıyla, elindeki imkânlar da sınırlı olduğu için yaratıcı kavramını yaratmıştır.
Cox’un yanında, uzun boyu ile bize samimiyetle gülümseyen Ferhan Şensoy heykeli vardır. Ferhan abimiz bunu güzel özetler; “Manitu çok büyük, çünkü insanı yaratmış ve fakat insan da pek ufak değil yani, durup dururken manituyu yaratmış.”
Bu anlamlandırma çabası içerisinde nihayet varılan tanrı olgusunun bir cevap olarak nasıl doğduğunu açıklamak kolay. Ancak soru olarak bu anlamlandırma çabasının neden insanın içinde bu denli ateşli haliyle dolandığını açıklamak bir o kadar zor. Sahi insan neden etrafındaki her şeyi anlamlandırmak ister?
Buna cevabı Neil Degrasse Tyson’un mermer halinde bile bir şekilde parlamayı başaran ışıl ışıl gözlü, kıvırcık saçlı heykeline bakarak verebiliyoruz. Tyson’a yöneltilen, “bilim dünyası içinde şimdiye dek karşılaştığınız en şaşırtıcı – bir bakıma en büyüleyici – gerçek nedir?” sorusuna verdiği cevap, yukarıda değindiğim kimya evriminin keşfidir. Yıldız çekirdeklerinde pişip, bu yıldızların patlaması ve yeni nesil yıldızların etrafındaki bir gezegende nihayet bizi meydana getiren elementlerin var olması işin bilimsel tarafıyken, Tyson bizim sohbetimizin mihenk taşını oluşturan şu sözleri ile devam eder: “Akşamları gökyüzüne daldığımda düşünürüm. Pek çok insan yıldızlara baktığında kendisini küçük hisseder, çünkü kendileri küçük, evren ve yıldızlar büyüktür. Ama ben kendimi büyük hissediyorum. Biz bu evrenin bir parçasıyız, evet bu evrenin içerisinde yaşıyoruz, ama belki de bu iki gerçekten de daha önemli bir gerçek var: Evren bizim içimizde. Çünkü bizim atomlarımız o yıldızlardan geliyor. Burada belirli bir düzeyde bağlantı var. Hayatta gerçekten istediğimiz şey de budur, etrafımızda olup biten olayların katılımcısı gibi hissetmek isteriz, çevremizle bağlantılı olmak isteriz ve bunu yalnızca canlı olmakla bile yapmaktayız.”

Burada büyük ihtimalle dedenin avcunun içindeki, torununun minik parmaklarını sıkıca sarması gibi, sohbetimizde dostum ile ben de bir an durduk. “… hayatta gerçekten istediğimiz şey budur, etrafımızda olup biten olayların katılımcısı gibi hissetmek isteriz…”. Bu cümle bize yukarıda sorduğumuz nice sorunun anahtarı gibi geldi. İnsanoğlunun hep sorduğu “neden” sorusu da, bu soruya verdiği yanıtları etrafıyla paylaşmak istemesi de aynı ihtiyacın ürünü. Etrafımızla bağlantılı olma dürtüsü o denli kuvvetli ki, dış görünüşü hoşumuza giden bir karşı cins ile yuva kurmak istememiz bile, aslında kaçamadığımızın farkında olduğumuz yok oluşumuzun ardından, bir zamanlar tadına baktığımız bu evrenin içerisinde, kendimizden bir bağlantıyı bırakma isteği. Partnerimizin görünüşü ne kadar iyiyse, bağlantımızın kuvvetinden de o denli memnun oluyoruz.
Bu ihtiyacın farkına varabilenler yarattılar diye devam ediyor dostum, Twitter, Instagram ve Facebook gibi paylaşım ağlarını. Bu yüzden bu kadar tuttu bu girişimler. Bizim en temel ihtiyacımıza bir nebze de olsa çözüm ürettiler. Etrafımızla olan bağlantımızı somutlaştırdılar. Evrenin anlamı nedir sorusuna kendimizce verdiğimiz cevabın ne kadar takdir topladığını – aslında ne kadar doğru olduğumuzu görme ihtiyacımızı karşılayarak – bize gösterdiler.
Parkın çıkışına doğru yürürken, bir yazı duvarı ile karşılaşıyoruz. Duvara her türlü yazı-çizi münasebetsizce ilişmiş, herkes kendi bağlantısını oraya iliştirmiş, bu uğurda bir diğerinin fikrinin üzerini karalamış, benim yazdığım görünsün demiş. Yazılara bakarken göze bir tespit takılıyor: “Doğu toplumları bireysel düşünme yetisinden yoksun olduğundan, bu toplumlarda seri katil çıkmaz” yazıyor tespitte. Düşündükçe hak veriyoruz, hak verdikçe hak verişimize, bu yazıyı paylaşma dürtüsü de ekleniyor. Yine paylaşmak istiyoruz, yine paylaşmak.
Akşam TV’de çıkan yemek programının ertesi günkü buluşmada büyük bir ateş ve iştahla paylaşılması da bundan, üzerine düşünülüp – saçma dahi olsa – hayaller kurulmuş felsefi sohbetleri yapmak da bundan. İçimizde cayır cayır yanan neden sorusuna cevap verme isteğimiz ve bu isteği paylaşma isteğimiz farklı düzeylerde de olsa etrafımızla ilinti kurabilme açlığımızdan ileri geliyor. Neden sorusuna verilen her bir cevap, bizim kâinat ile olan “bağlantımızı” açıklamaya tenezzül ediyor. Bu soruya vermek istediğimiz yanıtları ve hayatta tecrübe ettiğimiz çok sayılarca olayı paylaşma arzumuz daha küçük ölçekte çevremiz ile ne kadar “bağlantılı” olduğumuzu idrak etmemize yarıyor. Özünde her davranışımız bu bağlanma ihtiyacı ile yoğrulurken tokuşturuyoruz kadehlerimizi, “‘Anlamı’ anlamlandırdığımız gün, anlam anlamını yitiren bir konsept oluyor.” diye bitiriyoruz sohbeti.